Tarihi, hafızayı ve adaleti kendi elleriyle taşıyan halklar, en çok da unutulmaya zorlandıklarında yaralanır. Türkiye’de Kürt halkının yaşadığı kolektif travma, sadece inkâr ve baskı politikalarıyla değil, aynı zamanda temsil adı altında halktan uzaklaşan figürlerle de derinleşmektedir.
2015 yılı bu açıdan bir kırılma noktasıdır.
Cizre’de keskin nişancıların gözetiminde cansız bedeni günlerce sokakta kalan Taybet Ana, küçük bedeni evin derin dondurucusuna konmak zorunda kalan Cemile ve hendek operasyonlarında evi başına yıkılan on binlerce insan…
Hepsi bir hafızayı, bir hakikati taşıyordu.
Aynı günlerde, Kürt siyasi hareketinin sembol isimlerinden birinin kızı İstanbul Boğazı’nda Osmanlı aristokrasisinin mirası olan Küçüksu Kasrı’nda masalsı bir düğün yapıyordu. Bu düğün sadece bir evlilik töreni değil, halkla temsilcileri arasındaki kopuşun dramatik bir görseliydi.
***
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin 2017 tarihli Report on the human rights situation in South-East Turkey başlıklı raporunda, hendek operasyonlarının uluslararası insan hakları hukukunu ihlal ettiği açıkça belirtilmiştir.
Rapora göre, “500.000’den fazla kişi yerinden edilmiş, çok sayıda sivil yaşamını yitirmiş ve kentlerin altyapısı büyük oranda tahrip edilmiştir.”
Bu durum, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin (PACE) 2016 tarihli raporunda da benzer ifadelerle yer almıştır. Ne var ki bu hak ihlallerine dair iç hukukta etkin bir soruşturma yürütülmemiştir.
Bu gerçeklikler, postkolonyal kuramın öncülerinden Frantz Fanon’un The Wretched of the Earth (Yeryüzünün Lanetlileri) eserinde betimlediği “yerli burjuvazi” kavramını gündeme getiriyor. Fanon, sömürge sonrası toplumlarda halktan gelen ama zamanla iktidarın imkanlarıyla elitleşen kadroların, halkın taleplerinden uzaklaşarak yeni bir egemen sınıf yarattığını savunur. Bu sınıf, geçmişte uğruna mücadele ettiği değerleri bir kenara bırakır; yerine statü, konfor ve ayrıcalıklar geçer.
***
Türkiye’de Kürt siyasetinde de benzer bir dönüşüm gözlemlenmektedir. Bir dönem halkın sözcüsü olan figürler, zamanla sistemin sunduğu imtiyazlara adapte olmuş, acı çeken halkın değil, devletle pazarlık masasında varlık bulan bir politik hattın temsilcisine dönüşmüştür.
Norveç Barış Araştırmaları Enstitüsü (PRIO) araştırmacılarından Kristian Berg Harpviken’in de belirttiği gibi, “barış süreçlerinin meşruiyeti, liderlerin halk tabanıyla olan bağını koruyabilmesine bağlıdır.” Lider tabanla birlikte hareket etmediğinde süreç halk için bir umut değil, bir hayal kırıklığı olur.
Bugün halk, hendek katliamını unutmaya zorlanıyor.
Medya, siyaset ve yargı işbirliğiyle bu süreç bir terörle mücadele çerçevesine sokulmuş; yaşanan insan hakları ihlalleri sistematik olarak görünmez kılınmıştır.
Bu unutuş, Hannah Arendt’in kötülüğün sıradanlığı kavramında da işaret ettiği gibi, toplumsal olarak içselleştirilmiş bir çürümeyi doğurur. Toplum, zulmü olağanlaştırır; mazlumu değil, sisteme uyum sağlayanı ödüllendirir.
Bugün Sayın Önder, Meclis Başkanvekili olarak devletin sunduğu tüm ayrıcalıklardan faydalanmaktadır. En iyi hastanede, valilerin gözetiminde tedavi olmak, özel harekât polislerinin hastane kapılarında nöbet tutması bu ayrıcalıkların sadece bir göstergesidir. Oysa bu ayrıcalıklar halk için yok hükmündedir.
Kürt halkının çocukları hâlâ ekonomik yoksunluk, anadil yasağı, kimliksizleştirme ve göç travmasıyla yaşamaktadır.
Sistemle pazarlık eden siyasal elitlerin, artık barış söylemiyle halkı ikna etmesi mümkün değildir. Barış, sadece masa başında değil, sahada; yani halkla birlikte, halkın acısını paylaşarak inşa edilir. Yoksa halk ağlama demezdi. Bu ses bir sitem değil, bir uyanıştır.
Son söz niyetine: Kürt halkı artık kişisel mitlere değil, kolektif bir hafızaya, hesap soran bir adalete ve eşit yurttaşlık temelinde kurulacak özgür bir yaşama inanmak istiyor.
Bu inanç, halkı yalnız bırakanlara değil, halkın içinde kalanlara nasip olacak.