Önce 12 Eylül 1980 cuntasının, ardından da devamı niteliğindeki PKK hareketinin Kürdistan’da yarattığı tahribat sandığımızdan da çok daha fazladır. Son 40 yılda yaşananları ‘Toplumsal travma’ olarak nitelendirmek genel bir doğruya işaret etse de, travmadan etkilenme oranları adil bir şekilde dağıtılmadığı için yeteri kadar açıklayıcı bir tanımlama olmuyor.
Evet yaşananlar toplumsal düzeyde insanlarda bir travma yarattı. Ancak bu travmadan en çok etkilenenler sanıldığı gibi tabandaki insanlar, ya da “mürit” diye nitelenenler değildir; “aydın” olduğunu iddia eden ve geçmişte sorumluluk almış bu gün de hala toplumu yönlendirme çabasındaki/iddiasındaki/hevesindeki ‘okur-yazar’ takımıdır.
Hastalığımızı tedavi etmeden, hiçbir şey yaşanmamış gibi adeta tarihsel akışı beynimizi durdurarak kaldığımız yerden devam etmeye çalışmamız hem kendimizle gerçek bir yüzleşmeye engel olmakta hem de Kürdistan halkının özgürleşme beklentilerine cevap verecek olgunluğa ulaşmamaktadır.
Hiçbir halkın tarihinde yaşanmamış boyutta ve açıklıkta bir ihanet projesi (Öcalan şahsında) hepimizin gözü önünde hayata geçirilirken, bu ihanet projesini teorik olarak mahkûm edememiş olmanın suçunu kendimizde aramalıyız. Teorik düzeyde mahkûm edilemediği için de, egemen anlayışa karşı pratikte alternatif de geliştiremedik. Bu başarısızlığın nedeni çok basit olduğu halde görmemekte ısrar ediyoruz.
Neden, aşamadığımız ve aşmak için çaba sarf etmediğimiz geçmiş hastalıklarımızdır.
En uç örnekleri Öcalan ve Yalçın Küçük olan ‘gelişmiş, doyurulmamış ve doyurulması zor görünen ego’ sorununun kendimizde de az çok olduğunu görmemiz lazım.
Egomuzu tatmin peşine düşerken, değer harcadığımızı unutuyoruz.
Ödenmiş bunca bedeli, harcanan bunca insanı göz ardı ederek, kazanılabilecek insanlarımızı çok çabuk harcayabiliyoruz.
Hala kişisel hesaplaşmalar peşinde koşuyoruz; bunu yaparken toplumsal sorumluluklarımızı unutuyoruz.
Bireyselleşmeyi ‘benmerkezcilik’ olarak algıladığımız için özgürlüğün toplumsal bir olgu olduğunu bile unutabiliyoruz.
Sanal ortamları gerçekliğimiz yaparak gerçeklikten kopuyoruz.
Değişimi/yeniyi görmediğimiz için üretemiyoruz…
Üretemediğimiz için tekrara düşüyor ve saldırganlaşıyoruz.
Kendi bireysel tarihimizle hesaplaşırken bile; kendimize ‘torpil’ yaparak kendimizi kandırıyoruz.
Ülkemizin yakın tarihindeki karanlık olayları “aydınlatma” cesaretini(!) gösterirken; kendimizi aklama telaşına düşüyoruz.
Gerçekleri ortaya çıkarma adına çağrılar yaparken, gerçekliğin gerçek anlamda ortaya çıkmasından ölesiye korkuyoruz. Bu nedenle de, (her şeyin yarısına alışık olduğumuz gibi) yarım demokrasi, yarım özgürlük, yarım aydın, yarım devrimcilikle yetinmemiz gibi bireysel olarak gölgelediğimiz ve sorumlu olduğumuz gerçekliğin ortaya çıkmaması için yarım gerçeklikle yetiniyoruz.
Konuşmayanlara sitemde bulunuyoruz; konuştuklarında ise, “neden daha önce konuşmadın, suçluluğunu ilan et” diye boğazına sarılıyoruz.
Tartışma adına kişilikleri ezip geçiyoruz ve hiçbir değer bizi durduracak kadar anlamlı olamıyor.
Aydınlanmanın, karşılıklı etkileşimle, karşılıklı öğrenmeyle olanaklı olduğu gerçeğini görmezden gelip, kendimizi “aydınlatan” halkı da “aydınlanması gereken” yerine koyarken, bunun klasik aydın despotizmi olduğunu fark etmeden demokrasiden söz edebiliyoruz.
Ülkemizde yaşanan tahribatların sorumlusu sadece T.C ve onun uzantısı Öcalan anlayışı değildir. Onlar yapması gerekeni, yani Kürdistan Halkının ulusal-demokratik mücadelesini tahrip etmek, geriletmek noktasında başarılı oldular. Bizler, (PKK dışında kalan bütün örgüt/yapılar) bu tahribatı engelleyemediğimiz için suçluyuz. Üzücü olan, engellemek için hala gereken adımları atmaktan uzak oluşumuzdur.
Bu süreçte kafa bulandırmamak Kürd halkına yapılabilecek en büyük iyiliktir. Yeni insanlara/gençlere yeni ve sağlıklı bir örgütlenme geliştirmelerinin önünü açmak için olanak sağlamak gerekiyor. Bu olanak geri durmakla, hastalıklarımızı gençlere bulaştırmamakla sağlanabilir.
Şüphesiz bu eleştiriden muaf olan (az sayıda da olsa) insanlar vardır, onlar alınmamalı, ama genel olarak az ya da çok hepimizi işaret eden eksikliklerdir eleştiri konusu olan.
İsteyen kendisini kandırmaya devam etsin ve “aydın’ olma “uzaktan kumandayla ülke kurtarma” adına egosunu tatmin etmeyi sürdürsün ve bu eleştirilerin dışında kalan ‘az sayıda insandan biri’ olarak görsün kendisini.
Ama yaşanan gerçeklik, hepimizin az ya da çok suçlu/hatalı olduğu ve yine hepimizin az ya da çok hasta olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz…
Süleyman Akkoyun