PKK, kırk yılı aşkındır silahlı mücadele veriyor. Bu silahlı mücadele söylemde sömürgeciliğe karşı ama gerçekte sadece ve sadece Kürdlere karşı bir mücadele oldu hep.
Kuzey Kürdistan’da yüz bine yakın insan öldüyse ve bunların yüzde doksanından fazlası Kürd ise, PKK’nin kime karşı silahlı mücadele verdiğini tartışmak bile anlamsızlaşıyor. Yine Kuzey Kürdistan’da binlerce köy boşaltılmış ve milyonlarca Kürd Kürdistan’ı terk etmek zorunda kalmışsa, Türk devletinin bir asırlık projesi başarıya ulaşmış ve kazançlı çıkmıştır gerçeği kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Güney Kürdistan’da aynı şekilde “İkinci atılım” adı altında Kürdlere saldıran ve binlerce Kürdün ölümüne neden olan PKK, Suriye iç savaşı nedeniyle kendiliğinden özgürleşen ve asgari federasyon amacını zorlanmadan ulaşma şansını yakalayan Güneybatı Kürdistan’ı da açıkça bir felakete sürükledi.
Esad ile anlaşıp Güneybatı Kürdistan’a yerleşen PKK, ulusal talepli Kürdlere yönelik faşizan baskılarından dolayı Güneybatı Kürdistan’ı Kürdsüzleştirme projesinin tetikçiliğini yaptı. Son zamanlarda piyasaya sürülen bir başka taşeron örgüt IŞİD’in Kürdlere yönelik saldırıları PKK maskesini iyice düşürdü ve ihanetçi/taşeron rolünü tartışılmayacak şekilde ortaya koydu.
Güneybatı Kürdistan’ı Kürdlerden arındırmak için her türlü baskıya baş vuran PKK/PYD, Kürdistan’ı savunmak isteyen Güneybatı Kürdistanlı Pêşmergelerin (sırf PKK’li değiller diye) Güneybatı Kürdistan’a girmesini engelledi.
IŞİD çeteleriyle yaşanan çatışmaların yoğunlaşması ve yaklaşık 200 000 bin Kobanê’li Kürdün evlerini terk etmek zorunda kalması “Kürdler arası dayanışmayı” bir kez daha gündeme oturttu. Her şeye rağmen PYD/PKK’nin artık tekçi ve ihanetçi çizgisinden vazgeçmek zorunda kalacağı ve Kürdlerle uzlaşacağı umudu yeşerdi bazı çevrelerde.
PKK/PYD her zaman olduğu gibi Kobanê’de de halkı bir felakete sürükledikten sonra “birlik-dayanışma” çağrıları yapmaya başladı. Kürdlerin yaşadığı felaket karşısında sessiz/duyarsız kalmak istemeyen farklı anlayıştaki Kürdler her zaman ki gibi bir ikilem yaşıyorlardı. Çünkü PKK açıkça ‘Kürdlere yardım etmek istiyorsanız PKK politikalarının da hizmetçisi olacaksınız’ dayatmasında bulunuyordu. PKK politikalarının anti Kürd/Kürdistani olması ortaya aşılmaz bir paradoks çıkarıyordu.
Çünkü sivil Kürdlere yardım edilmesini şartlara bağlayan PKK, bu şartların yerine getirilmesiyle kendi politikalarının güçleneceğini biliyordu. PKK güçlendikçe sömürgeci devletlerle sürdürdüğü kirli pazarlıkta eli güçleniyordu. PKK’nin eli güçlendikçe de Kürdleri daha çok kontrol ederek onları pazarlayabiliyordu.
PKK’nin Esad ile kurduğu ilişki; Güneybatı Kürdistan’ın Esad adına kontrol edilmesi, iç savaş bittikten ve Kürdlerin ulusal hakları engellendikten sonra Güneybatı Kürdistan’ın tekrar efendilerine (Esad rejimine) teslim edilmesine dayanıyordu. PKK’nin “B planı” ise, Esad düşerse Güneybatı Kürdistan’ı T.C’ye peşkeş çekmekti. Hiçbir yasal dayanağı ve uluslararası geçerliliği olmayan “kanton” sisteminin oluşturulması da, Ulusal Hakları engelleme ve Güneybatı Kürdistan’ı (gelişmelere bağlı olarak) efendilerden birine pazarlama oyunundan başka bir şey değildi.
Ortadoğu gibi bir cehennemde devletsiz yaşanamayacağını bilen herkes, PKK’nin sadece Kürdlerin devletleşmesine karşı çıktığını ve kontrol ettiği Kürdistan parçalarını sömürgeci devletlerden birine pazarlayacağını da çok iyi biliyorlardı. Kobanê olayı bu gerçekliği bir kez daha ortaya koymuştu.
PYD Eşbaşkanı Asya Abdullah’ın “Türk devleti bize silah versin” açıklaması sadece bir iflasın göstergesi değildi. Aynı zamanda açıkça “biz Türk devletinin askerleri olmak istiyoruz; Türk devleti IŞİD’i değil bizi kullansın” demenin de başka yollu ifadesiydi.
Asya Abdullah’ın ‘Türkiye’den silah istemesi’ tesadüfü olmadığı gibi yeni gelişen durumun da bir sonucu değildi. Bu istem, PKK’nin misyonu ile örtüştüğü gibi MİT ile varılan kirli bir mutabakatın da ürünüydü.
Hatırlanacağı gibi Selahattin Demirtaş 2012’de ‘Devlet tampon bölge istiyorsa PKK ile görüşmelidir’ açıklaması yapmıştı. Aynı dönemde MİT’in özel misafiri olarak Türkiye’ye gelen Salih Müslim de, El Muhaberat’tan MİT’e transfer edilmenin şartlarını/koşullarını ve getirilerini görüşmüştü. Başka bir deyişle bu görüşmelerde MİT-Öcalan mutabakatının hayata geçirilmesi konuşulmuştu. Aynı dönemde PKK ve legal alandaki yöneticilerinin ‘Misak-ı Milli’ söylemleri de kirli pazarlığın bir parçası ve tamamlayıcısıydı.
Bu gün bazı PKK yöneticileri “tampon bölge asla kabul edilemez” dese de, tampon bölge için çırpınan T.C önündeki engel PKK değil, uluslararası camiadır. Çünkü PKK ile bu konuda zaten (İmralı’da) anlaşılmıştı. Bazı formalite karşı çıkışlar sadece tabanı avutmaya yöneliktir.
Biz, PKK/PYD’nin Güneybatı Kürdistan oyunuyla ilgili olarak çok net bir yargıya varmıştık daha önce. Bu yargı ‘Esad kalıcı olursa Güneybatı Kürdistan tekrar Suriye’ye iade edilecek; Esad giderse veya zayıflarsa Misak-ı Milli çerçevesinde TC’ye bağlanacak’ demiştik. Ne yazık ki bu öngörüye dayanan yargımız bu gün doğrulanıyor.
Kürdler ölüm-kalım savaşı verirken, PKK hâlâ Kürdlerin devletleşmesine karşı olmaya devam ediyor ve Kürdistani güçlere karşı düşmanca tutumunu sürdürüp işgalci devletlerle kirli pazarlıklar yapmaya devam ediyor. Bu kirli pazarlıkta pazarlanan Kürdlerdir; Kürdlerin Ulusal Haklarıdır…
Ulusal birliğin hangi zeminde ve hangi amaç etrafında oluşacağı yalın ve basittir!
PKK/PYD’nin amacı, ideolojik yapısı ve hedefleri, Kürdler ile birlik yapmaya elverişli olmadığı halde her sıkıştığında utanmadan-sıkılmadan “birlik-dayanışma” çağrıları yapabiliyor hala. Halbuki Rojava’da yaşanan tüm olumsuzlukların nedeni “birliğin olmayışı” değil, tam tersine mutlak bir birliğin ve buna bağlı tekçiliğin varlığıdır.
Birliği; tekçiliğe mahkum olmak ve farklılıklara yaşam hakkı tanımamak olarak algılayanlara dur demenin tam zamanıdır!
Süleyman Akkoyun