PKK’nin şiddet ve silah tarihini yazmak bir anlamda PKK’nin tarihini de yazmaktır. Çünkü PKK’nin çıkışı şiddete dayalı bir çıkıştır. Kuzey Kürdistan’ın 20 yüzyılın ikinci yarısındaki tarihinin de genel hatlarını ortaya koymadan PKK’nin bu silahlı çıkışını anlatmak imkansızdır.
1950-1960’lar Kürtlerin yılgınlığı aşma yılları
Kuzey Kürdistan’da 1942 yılından itibaren Kürtçü bir hareket başlamıştı. Daha 1958’lerde Kürtleri hedef gösteren Türk milletvekillerine karşı protesto eylemi yapa biliyordular. 1950’li yıllar boyunca sosyal bir hareketlenme vardı.
1960 Kuzey Kürdistanı Şeyh Said, Ağrı ve Dersim isyanları sonrası yaşanan yılgınlığın aşıldığı bir dönemdir. Siyasal arayışlar başlamıştır. Kuzey Kürdistan’daki ilk modern Kürtçü parti TDKP (Türkiye- Kürdistan Demokrat Partisi) kurulmuştur. TDKP Türkiye’de Kürtlerin özerkliği savunmuş ve kendi IKDP’nin takipçisi olarak görmüştür.
Kürdistan şehirlerinde ve dağlarında Kürtler asimile olmamıştır. Özellikle Suriye ve Irak’taki KDP mücadelesi Kuzey Kürdistan’daki bu uyanışın motor gücüydü. Suriye ve Irak ile sınır olan bölgelerde Botan, Behdinan ve Mardin hattında ki Kürtler direk oralardaki KDP mücadelesini duyuyor, görüyordu. Aralarında bir sınır vardı fakat kültürel ve tarihsel bir birlik vardı. Kendilerini oradaki mücadelenin özellikle de Peşmerge mücadelesinin bir parçası olarak görüyordular. Halk resmi yerde olmasa da Kürtçe konuşmakta ve Kürt olduğunun bilincindeydi. Yani canlı arayışı olan ve bu yönlü adımlar atan bir Kuzey Kürdistan vardı.
PKK’nin Kuzey’de Kürtlük “bir leş durumundaydı, ölmüştü” ilk kez bir “Kürdistan sömürgedir” dedik tespiti gerçeği yansıtmaz. Kürtler ölmemişti ve ilk kez Kürdistan Sömürgedir diyen de kendisi değildi. Zinar Silopi yani Kadri Cemil Paşa daha 20 yüzyılın ilk yıllarında Kürdistan’ın sömürge olduğu tespitini yapmıştı. Ayrıca TKDP’nin kurucularından Şakir Epözdemir daha 1969 yılında mahkemede hâkimin yüzüne karşı “‘Kürdistan, 46 yıldır Türkiye’nin sömürgesidir’ demişti. Yani Kürtler kendi konumunu siyasi düzelmede de algılayacak düzeyde bilinçliydiler. Bu Kürt canlanmasını devletler ve devletin kendisi de görüyordu.
ABD ve Türkiye’nin Kürt raporları
1952 yılında ABD’nin Türkiye konsolosluğunda görevli E.N. Waggoner Kuzey Kürdistan’ın bazı şehirlerini gezer ve bir rapor kaleme alır. Raporda: “ “Türk hükümeti sürekli olarak Türkiye’nin bir Kürt sorunu olmadığını söylüyorsa da, ülke sınırları içerisinde yaşayan yaklaşık 1-1,3 milyon Kürtçe konuşan insan Türk hükümeti için problem yaratacak nitelikte canlıdır” ifadesi yer alıyordu. Yani Kürtlerin daha 1952 yılındaki raporunda dahi Kuzey Kürdistan’ın direniş potansiyeli görülüyordu.
Türk devleti hem Kuzey Kürdistan’daki Kürt hareketlerinden hem de özellikle Irak ve Suriye’de gittikçe ağırlığı hissedilen KDP pratiklerinden ürküyor ve bunların büyük bir tehlike olduğunu düşünüyordu. Türkiye bu kaygılarını daha 1960’ların başında ABD’ye bir rapor ile ileterek “Kürtlerin içerde ve dışardaki hareketleri tehlikelidir” diyecekti. Ayrıca raporda “ABD’nin bu duruma karşı tavır almasını ve kendisinin de devlet olarak bekasının gereğine göre bir proje sahibi olacağını” söylüyordu.
Dört parça Kürdistan’da ki Kürt ve Kürdistan dirilişi Türk sömürgeciliğini harekete geçirmişti. Türkiye devleti 20 yüzyılın ilk yarısında çıplak soykırım ve katliamlarla Kürt meselesini kendi açısından halletmek istiyordu. Kürt toplumsal yapısı nedeni ile sonuç alamamıştı. Bunun sonucu olarak ise 1960’larla beraber Kürtler için yeni bir konsept ortaya koydu: Kürt hareketlerini ayıklamak, ele geçirmek ve yönetmek. Türkiye’nin Kürtlerini yaratmak. Türkiye bu konuda uzun süreli bir program uyguladı. O program 1990’ların sonuna değin uygulandı. Programın 1980’e değin olan bölümünde Kürt hareketlerini kontrol ve radikal yapı ve kişileri tasfiye vardı.
Türk solu-Kürtler ve kuşkular
1960 ve 70’lerde Türkiye’de sağ ve sol hareketler alabildiğine hareketlidir. Türk sağı her zaman açıktan devletle ilişki içinde ve destekleyici olmuştur. Türk solu ise devletin dışında gibi görünse de Türk solunu “kendi adamları” ile yönlendirdiği ve solun karanlık güçlerle ilişkisi konusu artık çok bilenen bir gerçek durumuna gelmiştir. TİP’in kurucuları olmak üzere pek çok sol hareketin öncü kadrolarının devletle gizli ilişkileri bilinmektedir. Kemal Sülker, Mahir Kaynak, Doğru Perinçek gibi tartışılan pek birçok isim vardır, Türk devletinin bekasına hizmet etmişlerdir.
Mustafa Kemal’in “Bu ülkeye komünizm gerekiyorsa biz getireceğiz” sözünün açıkladığı biçimde bir Türk solu yaratıldığı nettir. Konumuz Türk solunu anlatmak değildir. Fakat 1960’lardan bu yana Türk soluna verilen bir görev vardır. O da Kürtleri, Kürt solunu kendi etki alanı içinde tutmak. Yani Kürtlerin bağımsız bir Kürt kimliği yerine Türk solu içinde Kürt meselesini eşitlik ve adalet kavramları ile izah etmesi. Esasta diye biliriz ki Türk solu “Kürtlerin bağımsızlıkçı çizgiye gelmesini engelleme” görevi verilmiştir. Bunun için Türk solu 1960’larda Kürt gençlerini kendi “sol” zihniyeti içinde tutmamak için büyük bir çaba içinde olmuş, Kürtlere kendi içinde yer vermiştir. Devletin kendi Kürtlerini yaratma çabasındaki önemli bir adım “Türk solu içinde Kürtlerin ehlîleştirilmesidir”. Bu siyaset günümüze değin devam etmiştir.
Yol temizliği ve kötü Kürtlerin diskalifiyesi
Türk devleti Kürtleri sol söylem ile “emperyalizme karış ortak mücadele” amacına sevk edemiyordu. Kürtler İslam’ın “ hepimiz Müslümanız” söylemine de sığmıyor, kırsal kesimde ki Kürt yapısı KDP mücadelesinin doğal bir sempatizanı haline geliyordu. Kürtler artık önlenemez biçimde “Kürtçü” olmuştu. Türk devleti öncülük yapa bilecek kişileri açık veya örtülü biçimde yok ediyordu
Örneğin Faik Bucak bunlardan biriydi.4 Temmuz 1966’da Urfa’da suikasta uğradı. Bir arabada yolculuk yaparken arka koltukta oturmasına rağmen hedef alındı. Ölümcül bir yarası yoktu fakat hastanede öldürüldü.
Türk devleti Kuzey’in Kürdistani önderleri yok ediyordu. Dr. Şıvanlar, Saitler hep böyle bir sürecin devamı olmuştu. Türk devleti bir yandan yok ediyor bir yandan da Kürt hareketlerinin içinde sızmak içinde proje yapıyordu. Yani yol temizleniyor yola yeni birileri mi çıkarılıyordu?
Öcalan ve MİT
Tüm bu özetlediğimiz gerçeklik içinde Abdullah Öcalan’ın yeri neydi? Esasen bu yakıcı soru Kürt aydınlarının üzerine ciddiyetle eğilmesi gereken bir soru. Çünkü bu soruda yüzlerce karanlık nokta var ve en ilginci de bu karanlık noktaları PKK kadar devletin de gizlemesi. Öcalan ve MİT ilişkileri Türk devletini bir dokunulmazı gibi duruyor.
Abdullah Öcalan ve MİT ilişkilerini araştırıp “Kürt Dosyası” adında bir kitap yazarken 23 Şubat 1993 tarihinde arabasına konan bir bomba ile öldürüldü. Devlet katilleri bulmadı, daha sonra aslında katillerin bulunmak istemediği anlaşıldı.
Uğur Mumcu’nun öldürülmesi, Abdullah Öcalan’ın PKK’den önce üye olduğu örgütler, MİT’in bir çalışanının kızı ile evlenmesi, MİT’çi arkadaşları vb. daha pek çok soru Abdullah Öcalan’ın ve MİT arasında bir ilişki olduğunu gösteriyor.
Evet, Öcalan ve MİT ilişkisi neydi? 1970’lerde devletin öldürdüğü ve öldürttüğü Kürtçü kadroların yerine geçecek isim Abdullah Öcalan mıydı? Yol onun için mi temizlenmişti?
Bu cevabı uzun uzun verilmesi gereken soruları soruyoruz, çünkü yazmak istediğimiz “PKK’nin silah ve şiddet” tarihini yazarken olayları birde bu taraftan bakmak zorundayız. O zaman tarih daha açığa çıkacaktır.