PKK Üzerine Notlar
Abdullah Öcalan’ın Liderlik Hikayesi
PKK (Partiya Karkerên Kurdistan), savaş, siyaset ve örgütlenme tarzıyla Kürdistan tarihinin son 40 yılına damgasını vuran bir harekettir. Ancak hangi tarzda damga vurduğu oldukça tartışmalı bir konudur. PKK bir parti midir yoksa bir inanç topluluğu mu? Partisel yapılanmasının esasları nelerdir? İç işleyişi ve liderlik tanımlaması nasıldır? İdeolojik olarak benimsediği bilimsel sosyalizmden nasıl katı bir tarikata evrildi? PKK’nin örgütsel yapısını ayakta tutan temel faktörler şiddet, şehadet ve manipülasyon mu? Gerilla-savaş gerçeği ve mevcut durum nedir? Amaç-araç ilişkisi ve hedefler nelerdir? Bu çerçevede PKK gerçeği ve geleceği üzerine notlar.
PKK, resmî olarak 27 Kasım 1978’de 22 kişinin katılımıyla Diyarbakır’ın Lice ilçesinin Fis köyünde kuruldu. Katılımcılar: Abdullah Öcalan, M. Hayri Durmuş, Mazlum Doğan, Duran Kalkan, Ali Haydar Kaytan, Cemil Bayık, Sakine Cansız, Kesire Yıldırım, Mehmet Şener, Seyfettin Zoğurlu, Baki Karer, Abdullah Kumral, Hüseyin Topgider, Ali Gündüz, Resul Altınok, Suphi Karakuş, Ali Çetiner, Faruk Özdemir, Mehmet Turan, Şahin Dönmez, Felemez Tağaç ve Abbas Göktaş.
Bu resmî kuruluş, Kürt siyasal cenahında parti kimliğini kazanmak ve 1975’ten beri isimsiz olarak varlığını sürdüren gruba isim koyma seremonisi idi.
Türkiye, 1968 devrimci gençlik kuşağının aktif siyasal ve sosyal hareketi ile 1970’li yılları karşıladı. Türkiye’de onlarca sol örgüt kuruldu. Ancak bu devrimci dalganın Kemalist rejimi değiştirme gibi bir siyasal amacı yoktu. Hatta mevcut rejimin Kemalist çizgiden saptığını ve bunu tekrar Mustafa Kemal çizgisine çekmek için mücadele verdiklerini iddia ederlerdi. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının Samsun’dan Ankara’ya “Ata” yürüyüşü düzenlemeleri de bu sebeptendir. Türkiye’deki sol devrimci hareketler politik ve entelektüel açıdan da ciddi bir kafa karışıklığı içerisindeydi. Türk devleti, bu ideolojik çizgi, liderlik ve siyasal amaç karmaşasını bilinçli bir şekilde derinleştirerek asıl tehlike arz eden Kürt siyasal hareketini barajlama stratejisini uyguluyordu.
Kuzey Kürdistan, Şeyh Sait, Ağrı, Sason ve Dersim isyanlarından sonra adeta mezar sessizliğine gömülmüştü. Bazı Kürt aydınlarının ufak çaplı çırpınışları olsa da bu çabalar sorunu tanımlamaktan çok uzaktı. Ancak Kuzey Kürdistan’ın bu ölü toprağını üzerinden atacak gelişmeler Kürdistan’ın güneyinde yaşanmaya başlandı.
1961’de Molla Mustafa Barzani önderliğinde başlatılan Eylül Devrimi, Kürdistan’ın tüm parçalarında büyük bir ulusal uyanışa yol açtı. Bu millî ulusal hareket domino etkisi göstererek Kuzey Kürdistan’da ulusal sorunu tartışma ve örgütleme aşamasına getirdi. 1965’te KDPT, güneydeki silahlı siyasal devrimin yansıması sonucu olarak kurulduğunu söylemek mübalağa olmaz. Parti başkanı Faik Buçak’ın parti kuruluşundan kısa bir süre sonra vurulması, Türk devletinin Eylül Devrimi’nin Kuzey Kürdistan’a yayılmasını önlemek için planladığı siyasal bir cinayettir. Kuşkusuz bu cinayet, kuzeydeki ulusal hareketi önderliksiz bırakmayı amaçlıyordu. Fakat yine de Türk devlet aklı bir siyasi cinayetle bu sürecin önüne geçemeyeceğini çok iyi biliyordu.
Eylül Devrimi’nin ürünü olarak 11 Mart 1970 Güney Kürdistan’daki otonomi anlaşması, Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nden sonra Kürtlerin sahip olduğu en büyük kazanımdı. Bu tarihi kazanım, diğer parçalardaki ulusal hareketleri de aktifleştirdi. Kürdistani hareketlerin güneyi politik-askeri üs olarak kullanmaya başlaması Türkiye’yi iyice tedirgin etmişti. Dr. Şıvan’ların çalışmaları da bu eksende gelişti.
Eylül Devrimi, Türkiye’deki 1968 devrimci kabarışına Kürdistani ulusal bir liman oluşturdu. Peşmerge savaş tarzı, Kürtlerin kurtuluş umudunu yeniden diriltti. Özellikle 1970 “Kürt özerklik anlaşması”, Türk devleti için en tehlikeli güç olan “ayrılıkçı Kürt” olgusunu gündeme getirdi. Kürt millî duygu ve düşüncesi gelişmesin diye devlet solculuğu emniyet sübabı olarak kullanmayı öngördü. Bu amaçla T.C. solculuğunu Kürtlerin içerisine planlı bir şekilde taşıdı. Solcu bir Kürt “hak, hukuk, eşitlik, adalet” istese de Kürtçülük yapmadığı müddetçe zararsızdır. Devleti korkutan olgu, güneydeki ulusal uyanışın ve özerklik statüsünün kuzeye taşma olasılığıydı. Ne yapıp yapıp bu millî ulusal dalganın önü alınmalıydı.
Güney Kürdistan’ın coğrafik, toplumsal ve kültürel yapısı ile kuzeyle olan iç içeliği, güneydeki siyasal gelişmelerin kuzeye hızla yansıması olağan bir durumdu. Türk devleti bunu önlemek için askerî, siyasî ve diğer birçok tedbire başvurdu. Türk devletinin derin aklı, Kürt sorununun kendilerinin yumuşak karnı olduğunu bilinciyle harekete geçti. Devletin yıllarca zorla dayattığı “Kürt yoktur” yalanı, güneydeki Kürt özerklik anlaşması ile boşa çıkmıştı. Bunun bilincinde olan devlet, Kuzey Kürdistan’da olası kontrol dışı Kürdistani örgütlenme veya kalkışmayı önlemek için yeni formüller arayışına başladı.
Öcalan’ın Siyasal Arenaya Transferi
Güney Kürdistan’daki devrimin etkisi o kadar büyüktü ki Türk devleti bunu görmezden gelerek kendini kandıramazdı. Bunun için de 1970’lerin başında Kürtlerin bu ulusal kabarışını barajlamak ve tehlike olmaktan çıkarmak için arayışlarını örgütsel bir yapıya dönüştürmeyi kararlaştırdı. Nihayetinde devletler, ahtapot gibidir; bir sürü kolu ve kanadı vardır. Bu mantıktan hareketle, kendi kontrolünde bu ulusal-toplumsal kabarışa bir önderlik atama stratejisini öngördü.
Bunun sonucu olarak derin devletin kozmik odasındaki “çok gizlidir” ibareli dosya, yeni Kürt siyasal hareketinin “önderini” atamak için raftan indirildi. İşte Abdullah Öcalan’ın “önderliksel” doğuşu böylece başlamış oldu. Uzun yıllar devletin yeraltı mutfağında, Mit’in fikir ajansında “ofis boy” olarak çalışan bildirileri dağıtan, afiş asan ve devlete yamanmak için “ne iş verseniz yaparım” modunda olan zeki, hubris özelliklere sahip bir Kürt genci devletin gözünden kaçmamıştı.
Tapu ve Kadastro memurluğu döneminde Türk milliyetçi çevrelerine ilgi duyması, onların seminer ve tartışma platformlarına katılması, MİT’e bağlı fikir ajansı başkanı Refik Korkud, Hasan Celal Güzel ve Fazıl Kısakürek’in konferanslarına sık sık katılması devlet nezdinde rüştünü ispatlamaya yetmişti. O döneme bizzat tanıklık eden milliyetçi Türk gazeteci-yazar Avni Özgürel, 27 Ekim 2003’te Radikal gazetesinden Naşe Düzel’e verdiği söyleşide Öcalan hakkında şunları söylemektedir:
“Ankara’da İzmir Caddesi’nde bir binanın bodrum katındaki Fikir Ajansı’na sık sık gittiklerini hatırlıyorum. Bizim yaşlarda bir genç vardı. Ajansa gittiğimde onu hep orada görüyordum. 1966-1967 yıllarında ajansta gördüğüm o genç, hayal meyal hafızamda kalmış. Yıllar içinde Abdullah Öcalan’ın resimlerini medyada gördüm, o gence çok benzettim. Ancak 1993’te Öcalan’la yüz yüze geldiğimizde Öcalan’a sordum: ‘Ankara’da İzmir Caddesi’nde Fikir Ajansı diye bir yer vardı. Yanlış hatırlıyor olabilirim ama birden bir şey çağrıştırdı, bende seni orada gördüm gibi bir his uyandı.’ Öcalan: ‘Doğru hatırlıyorsun,’ dedi, ‘o genç bendim. Ama ben bunları bir müddet sonra açıklayacağım.’”
Abdullah Öcalan’ın devlet ilişkisini araştıran yazar Uğur Mumcu da şöyle aktarmaktadır: “Öcalan’ın memuriyetinde rastlanan tesadüfler: Tapu-Kadastro lisesi mezunu Öcalan, 1969 yılında Diyarbakır Tapu Müdürlüğü’ne tayin edilmiştir. Göreve yeni başlayan memurların iki yılı dolmadan başka bir şehre yatay geçiş yapması mümkün değilken, Abdullah Öcalan bir yılı dolmadan kendini İstanbul Bakırköy Tapu Dairesi’ne tayin ettirmeyi başarmıştır. Daha sonra İstanbul Hukuk Fakültesi’nden yine Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne yatay geçiş yapmıştır. Bir de tutuklanıp salıverilme öyküsü var Abdullah Öcalan’ın. 1972’de Doğu Perinçek’in kaleme aldığı şafak bildirisini dağıttığı için yakalanan Öcalan esas failmiş ve askeri savcı önemli suçlardan cezalandırılmasını istemiştir.
Ancak savcı, ‘bir yanlışlık yaptık’ diyerek MİT’in uyarısı üzerine Öcalan’ı beraat ettirmiştir.” Uğur Mumcu, Apo’nun MİT ile ilişkilerini çözmek için dönemin askeri başsavcısı Baki Tuğ ile görüşmüş ve o belgeleri almak için randevulaşmıştır. Ancak derin devlet aklı, Uğur Mumcu’nun araştırmacı merakından daha ciddi ve dakikti. Baki Tuğ ile görüşme gerçekleşmeden Uğur Mumcu öldürüldü. Mumcu, devletin sır küpünü kırmak isterken canından oldu.
Uğur Mumcu’nun Öcalan’ı MİT ile ilişkilendiren iddiaları şöyle:
- 12 Mart adaleti hiç kimseye Öcalan’a olduğu kadar özenli ve sevecen davranmamıştır.
- 12 Mart darbesi döneminde Maliye Bakanlığı’ndan burs alan SBF öğrencisi ‘tapu teknisyeni’ Öcalan’ın anlaşılıyor ki o günlerde T.C. ile arası hiçbir eylemci solcu öğrencinin olamayacağı kadar iyidir.”
- Kesire Yıldırım’ın babası Ali Yıldırım, Korgeneral Abdullah Alpdoğan ile Dersim ayaklanması sırasında ve sonrasında sık sık görüşen devlet yanlısı ve MİT ile olan ilişkileriyle tanınan biriydi. Ali Yıldırım’ın, 1. Umumi Müfettiş İbrahim Tali Bey ile General Alpdoğan’a zaman zaman raporlar verdiği de biliniyor.
- Resmi MİT Elemanı Necati Kaya (Pilot) ile Öcalan’ın Esrarengiz İlişkisi
- Öcalan, lise yıllarında katı bir sağcı iken onu kim solcu yaptı? Öcalan’ın burs alma, iş bulma, tayin yaptırma, fakülteler arası yatay geçiş yapma konusunda karşılaştığı kolaylıklar, Öcalan’ın kimliğini ele vermede yeterli delillerdir.
Türkiye’deki kimi Kemalist aydınların Öcalan’ın liderliksel doğuşu üzerine yaptıkları araştırmalar, onun MİT ile olan münasebetlerini gözler önüne sermiştir. Lakin Öcalan’ın kendisi de MİT ile geliştirdiği ilişkileri inkâr etmiyor, ancak bunu kendi liderliğinin bir mahareti olarak tanımlıyor.
Bu bağlamda, PKK’nin parti olarak doğuş süreci aynı zamanda Abdullah Öcalan’ın kişiliği ve konumu ile yakından ilişkilidir. Çünkü parti kurulmadan önce “ideolojik süreç” olarak tanımlanan fikirsel ve örgütsel kimlik kazanma süreci, PKK’nin karakterini belirleyen bir süreçtir. PKK daha embriyo hâlindeyken Öcalan’ın içerisinde bulunduğu bu karanlık ilişkilerden kaynaklı ciddi hastalıklar kaptı. Öcalan’ın subjektif konumundan kaynaklı tüm örgüte objektif olarak bulaşan hastalıklar maalesef Kürt ulusal bünyesini zehirlemeye devam ediyor.