Sırtını iktidar(lar)a dayayanların ve birilerini “dokunulmaz/Tanrı” kılanların bile kendisini “aydın”* sandığı ve aydın tanımı yapmaya kalkıştığı bir toplumda aydın nedir sorusunu sormak ve tartışmak yararlı olur.
Mevcut aydın tanımlarından birini doğruluk ölçütü almak veya var olan tanımlamaları tartışmak yerine; aydın olmanın temel bazı özelliklerine, olmazsa olmazlarına vurgu yapmak daha sağlıklı bir yol olur.
Türkiye’de ve Kuzey Kürdistan’da eli kalem tutan ve kendisine “yazar” sıfatını yapıştıran çoğu insan kendini aydın sanıyor; bu kategoride yer alanlar içinde kendisini aydın olarak görmeyenler olsa da bu defa da toplumun büyük bir bölümü onları aydın sanıyor.
Aydın sadece doğruyu söyleyen değil, doğru olduğuna inandığı her şeyi tereddütsüz söyleyebilen kişidir.
Birçok insanın aydınlara yüklediği yanlış anlamlardan biri, ‘aydının sadece doğruyu söylediği’dir…
Hiçbir insanın düşünceleri, söylemleri, tespit ve değerlendirmeleri tamamıyla doğru olamaz! Bu nedenle “aydınlar sadece doğruyu söyler” önermesi yanlıştır.
Aydın, doğru olduğuna inandığı şeyleri söyler. Bu doğruları dillendirirken de “kime dokunur, kim rahatsız olur” kaygısı taşımaz. Bu nedenlerden dolayı aydın birilerini aklamak veya korumak için çaba sarf etmez.
Aydının en önemli özelliklerinden birisi de, eleştiri ve sorgulama noktasında kendine sınır koymamasıdır…
Bu nedenle aydının “kutsalı”, “dokunulmazı” olmaz!
Çünkü “kutsalı”, “dokunulmazı” olanlar eleştiri ve sorgulama noktasında kendilerine sınır koymak zorundadırlar…
Aydın iktidar(lar)la hesaplaşan kişidir!
Çünkü iktidar(lar) sorgulama ve eleştiri kültüründen rahatsızdırlar ve kendi iktidarlarını korumak için de bu kültürü yok etmeye çalışırlar…
İktidar(lar)la zorunlu bir hesaplaşma içinde olan aydın iktidar(lar)la organik bir bağ kurduğunda veya düşünsel olarak yakın olduğunda aydın olma vasfını yitirir.
Egemen güçlerden birine yaslanıp diğer egemen(ler)i eleştirmek aydın olmak için yeterli değildir. Bir güce yatırım yapıp kendisini güvenceye aldıktan sonra diğer bir güce saldırmak olsa olsa bir iktidarın sözcülüğünü yapmak olur…
Aydın, hiçbir güce dayanmadan güç odaklarıyla hesaplaşır ve kendisinin güvenliğini sağlayacak başka bir güç ile “güvenlik anlaşması” imzalamaz.
Aydın, bireysel yaşamını ve geleceğini garanti altına almaz ve belirsizliğe yelken açar. Çünkü risksiz, garantili bir yaşam tasarımı zorunlu olarak insanı sınırlar ve gerçekliği dillendirmede tereddüt yaşatır. Bu nedenle aydın ne devletin ne de bir başka gücün güvencesinde olamaz.
Aydın, bireysel kaygılarla hareket etmez ve yeni sıfat gerektiren ilişkiler kurmaz!
Kendisini aydın sanan veya toplum tarafından aydın olarak bilinen birçok insanın belirli bir güç odağıyla ilişkilendiği ve Milletvekili, Belediye Başkanı veya başka (özel getirisi olan) bir sıfatla ödüllendirildiği gerçeğine rağmen bu insanların aydın kategorisinde değerlendirilmesi aydınlara hakarettir.
Daha birçok özelliğini sayabileceğimiz gerçek aydının içinde yer aldığı kategoride yer almayı hak eden insan bulmak nerdeyse olanaksızdır…
Farklı dünya görüşleri, farklı politik geçmiş ve şimdiki farklı duruşları göz ardı edilmeden, İsmail Beşikçi ve Ahmet Altan Türkiye’de aydın denilebilecekler arasında ilk akla gelen isimlerdir.
Hem Beşikçi’nin hem de Altan’ın birçok politik tespitine katılmasak da, yukarıda saydığımız aydın özelliklerini taşıdıkları bir gerçektir.
Ahmet Altan’ın, Orhan Miroğlu ile başlayan ve diğer yazarlarla devam eden tartışmaları birçok açıdan özellikliydi ve aydın olmanın temel bazı özelliklerinin vurgulandığı bir tartışmaya neden olduğu için öğreticiydi.
Ahmet Altan’ın “Bize Bir Atatürk lazım” başlıklı yazısında,
“Diğer gazetelerde genel yayın müdürleri yazarlara “iktidarı sert eleştirmeyin” diyor.
Bizim gazetede yazarlar genel yayın müdürüne “iktidarı sert eleştirme” diyor.
Bu farklılığın beni eğlendirdiğini itiraf etmeliyim.
Tersi beni utançtan öldürürdü.” Sözleri, yaşanan paradoksa işaret etmekteydi.
İktidar(lar)ı eleştirme noktasında (patronların baskısından dolayı) sıkıntı yaşayan yazarların “neden iktidarı eleştiriyorsun” noktasında olmaları sadece aydınlar adına değil aynı zamanda yazarlık adına da utanç vericidir. Bu durum Türkiye’de “aydın” olarak bilinenlerin yaşadığı sefaleti gösteriyor.
Ahmet Altan’ın, “Gelin Bakalım Okuyucular…” başlıklı yazısı bir önceki yazının devamı niteliğindeydi ve ‘eleştiri nasıl olmalı’ sorusuna cevap arayışıydı bir anlamda. Hem Taraf içinden hem de okuyuculardan “sert eleştiri yapmakla” suçlanan Ahmet Altan o yazısında bazı olayları örnek vererek, kaba, sert ve rahatsız edici olaylar karşısında nasıl “yumuşak” eleştiri yapılabileceğini merakla soruyordu. Altan, olabilecek en kibar ifadelerle ‘yaranmacı, dalkavuk, pısırık, korkak ve siyasete tüccarlık mantığıyla bakan insanların’ “sert eleştiri” eleştirilerinin altında yatan nedenleri ortaya koyuyordu ustaca…
Ahmet Altan’ın o iki yazısı Türk “yazarlarının” içinde bulunduğu sefaleti gözler önüne sererken, aynı zamanda Kürd/Kürdistanlı “yazarların” da dibe vurmuşluğunu önemli ölçüde açıklıyordu…
Kürd “aydınları” ve “yazar-çizerleri” önemli ölçüde Türk meslektaşlarının etkisinde kaldıkları için hemen hemen aynı zaafları, hastalıkları barındırıyorlar. Bu nedenle yaşadıkları sorunlar da hemen hemen aynıdır.
Kürdistanlı “yazarları” genel olarak iki kategoride değerlendirmek mümkündür:
Biri, yerelde iktidar olan PKK’nin memurluğunu yapan kesim; diğeri de yerel iktidarla direkt ilişkisi olmayan ve bu nedenle de “muhalif” olarak bilinen kesimdir.
Birincilere, yani PKK borazanlığını yapanlara söylenecek bir şey yok; onlar memur ve mahkûm olmanın gereği olarak sadece şakşakçılık yaparlar veya kendilerine söylenenleri yazarlar…
Esas sorun, “muhalif” olduğu sanılan “yazarların”, “politikacıların” siyasetin kaypak zemininde sürekli yer değiştirmelerinden kaynaklı olarak yerlerinin tespit edilmesinde yaşanan zorluktur.
Siyasetteki kaygan zeminin insanları nerelere sürükleyebildiğini 12 Haziran 2011 seçimlerinde gördük. PKK için ”devlet projesi”, “Ergenekoncu”, “Kürdlerin ulusal hakları önündeki en büyük engel” tanımlaması yapanlar bir Milletvekilliği için aniden dönerek Apocu kesildiler; Şerafettin Elçi, Altan Tan gibi…
Bazıları da Milletvekilliği için kıran kırana pazarlığa girişmesine rağmen umduğunu bulamayınca Qandîl’i tavaf ederek bir Belediye Başkanlığı için dönmede sınır tanımadıklarını gösterdiler; Bayram Bozyel, Sait Aydoğmuş gibi…
Bizlere yönelik eleştirilerin büyük bölümünün de bu kaypak zeminde sürekli yer değiştirenlerden gelmesi şaşırtıcı değildir. Çünkü onlar yerel iktidar ile bağlarını koparmak istemezler ve olası bir fırsatı kişisel/grupsal beklentileri doğrultusunda değerlendirmek ister.
“Muhalif” Kürd politikacılarının PKK ile köprüleri atmamasının nedenleri arasında korkaklık, siyasi sıfat beklentisi ve rant ilk sırayı almaktadır. Bu nedenle de, PKK’yi “yapıcı”, “düzeyli” bir şekilde eleştiren bu “muhalifler” olmadık zamanlarda PKK politikalarını aklamak için fırsat kollarlar. Bu tutarsızlıklarından dolayı kendilerini muhalif olarak değil, “Utangaç Apocular” olarak nitelendirdik…
Kürd politik çevreleri ile yazar-çizer çevresi içinde hem devlete hem de PKK’ye karşı aynı anda net bir duruş sergileyebilen, “yumuşak eleştiri” adı altında gizli Apoculuk yapmayan insanların sayısı o kadar az ki, onların isimlerini saymak hiç de zor değildir.
Devlete, PKK’ye veya başka bir güce dayanmadan var olan gerçekliği dillendirmede, yaşanan rezaletin ismini koymada tereddüt yaşamayan bu insanlar Kürdistan’ın gerçek aydınlarıdır ve gelecek kuşakların da esin kaynağı olacaklardır. Bu saygın insanları iki kategorinin de dışında değerlendirmek lazım…
Bize yönelik eleştirilerde “yanlış bilgi”, “yanlış yönlendirme” gibi suçlamaları yoktur; sadece “düzey” ve “yapıcı eleştiri” kültüründen nasiplenmediğimize yöneliktir eleştiriler…
Yaşanan bunca rezalete nasıl “yapıcı ve yumuşak eleştiri” yapılabilinir ki?
Öcalan’ın Şam’da harem kurduğunu ve birçok yurtsever genç kızın hem düşüncelerini hem de duygularını öldürdüğünü bütün Kürd politik çevreleri ile yazar-çizerleri biliyor. Öcalan’ın bu ahlaksızlığına ahlaksızlık demek düzeysizlik mi oluyor?
Bilinen bu ahlaksızlığa ses çıkarmamak meşrulaşmasına katkı sunmak olmuyor mu?
Böyle bir ahlaksızlığa meşruiyet kazandırmak mıdır düzeyli ve yapıcı eleştiri?
Bağımsızlık ve özgürlük için dağa çıkan binlerce Kürdistanlı gencin PKK tarafından infaz edildiğini de herkes biliyor. Zaten Öcalan’ın kendi dilinden bu sayının 15.000 olduğu ifade edilmişti. Bu iç infazlara dikkat çekmek ve başta Öcalan olmak üzere sorumluları lanetlemek düzeysizlik midir?
Bu vahşete “yapıcı eleştiri” adına sessiz kalmak katledilen gençlerimize, ailelerine ve Ulusal Sorun’a duyarlı insanlara hakaret ve saygısızlık değil midir?
PKK’nin piyonu olmadığı için birçok yurtsever insanın katledildiğini bilmeyen var mı hâlâ?
PKK politikalarını alkışlamak bu yurtseverlere hakaret, saygısızlık değil mi?
Hele hele hem PKK tarafından katledilen insanları (yoldaşlarını) anıp hem de aynı anda PKK ile “birlik” yapmak ahlaksızlığın, iki yüzlülüğün en büyüğü değil mi?
Öcalan’ın hareminde konteslik unvanı aldıktan sonra Kürdlerin başına yönetici olarak atananları herkes bilmiyor mu?
Bu kontesler önünde saygıyla eğilmek mi, yoksa onların çirkin rolünü deşifre etmek mi ahlaksızlıktır?
Roboski ve ‘Hendek’ gibi katliamların baş sorumlusu kuşkusuz ki işgalci T.C devletidir ama bu katliamlara gerçekçi tepki göstermeyen hatta hasıraltı eden herkes bu insanlık suçlarından pay sahibi değiller mi?
PKK/HDP’nin, Kürdlerin doğal hakkı olan devletleşmeyi dışlayan ve T.C ile mutlak entegrasyonu öngören “Demokratik Cumhuriyet” projesini alkışlamak mı, yoksa teşhir etmek mi düzeysizliktir/ahlaksızlıktır?
Kürdlerin devletleşmesini bütün dünya için tehlike olarak gösteren Öcalan’a ‘Sayın’ demek mi, yoksa konumuna ve söylemine uygun olarak işbirlikçi demek mi düzeysizliktir/ahlaksızlıktır?
Gençleri “alan hakimiyeti” adı altında ölüme teşvik eden; ölümlerinden siyasi rant elde eden; gençler dağda yaşamlarını yitirirken Ankara’da Türk bayrağına saygı gösteren siyaset cambazlarını alkışlamak mı, yoksa teşhir etmek mi düzeysizliktir/ahlaksızlıktır?
Türkler nasıl ki bir asırdır yaratılan “Atatürk” belasından kurtulamıyorlarsa, aynı şekilde Kürdlere de bir “Atakürd” ısmarlanmış ve 40 yıldır Kürdler bu belayla boğuşuyorlar. Herkesin iliklerine kadar sinmeden ve bir asır devam etmeden bu lanetli beladan kurtulmak mı, yoksa bu belanın devamına katkı sunmak mı düzeysizliktir/ahlaksızlıktır?
İnsanların korkularından, kişisel beklentilerinden ve zaaflarından dolayı iktidar(lar)a tavır alamamalarını anlıyoruz. Bu zavallılıklarını “yapıcı ve yumuşak” eleştiri adı altında gizlemeye çalışmalarını da anlıyoruz. Ancak içinde bulundukları bataklıktan haykırarak bize “ahlak” ve “düzey” dersi verme cüretini göstermelerini anlayamıyoruz…
*Aydın, yazar, politikacı iç içe geçtiği ve genellikle birlikte anıldığı için yazıda aydın, yazar veya politik kavramlarından her biri üç kavramı da kapsayacak şekilde kullanılmıştır…
Süleyman Akkoyun