Kavramların birer soyutlama olduğu konusunda, bilim çevrelerinde genel bir uzlaşıdan söz etmek mümkündür. Aynı şekilde kavramsal düşünmenin ve tartışmanın da belli bir bilgi birikimini, düşünsel gelişmişlik düzeyini gösterdiği noktasında da ciddi bir itiraza rastlanmaz.
Kavramlara dair bu ortak anlayışa karşın toplumsal/politik konumlamada ortaya çıkan ayrışmanın nedenleri üzerinde durmak gerekiyor. Özellikle ortaçağ düşüncesinde egemen olan ‘nesnel gerçeklikten kopuk, kendi başına var olan, aynı zamanda değişmeyen/durağan ve mutlak gerçeklik olarak kavram’ anlayışına bilimsel bir anlam yüklenemeyeceği için, bu anlayıştakiler, “kavramlara dair genel uzlaşı” savının dışında tutulmalıdır. Kaynağını doğal-toplumsal gerçeklikten alan kavramlar soyutlama sonucu elde edilirler. Bazen soyutlama derecesi o kadar yükselir ki kavramın gerçeklikle olan bağı kopar. Gerçeklikten kopan ve nesnesine geri dönemeyen kavram bilimsel olma özelliğini de kaybeder.
Değişim ve hareketin doğada/toplumda kesintisizliği dikkate alındığında, doğal/toplumsal gerçekliğin ürünü olan kavramların da sürekli içerik değişimine uğradığı gerçeği kendisini dayatır. Bu içerik değişimini görmeyenler, görmek istemeyenler, kavramların değişimini dikkate almadıkları için, farklı gelişmişlik düzeyine sahip farklı toplumsal yaşam biçimlerine olduğu gibi onları uygularlar. Başka bir deyişle, kendi öznel düşüncelerini zorla toplumsal gerçekliğe giydirmeye çalışırlar. Bu tutum, statükoyu savunmakla, tutuculaşmakla sonuçlanmak zorundadır. Çünkü sürekli değişim halinde olan toplumsal yaşam dinamik olduğu ve farklı toplumlarda farklı şekiller aldığı için söz konusu aynı ‘tek tip’ elbiseyi (öznel, durağan düşünceyi) giyemez/üstünde taşıyamaz. Belli bir dönemde, belli coğrafyalarda özgürleştirici bir rol oynayan bazı kavramların zamanla anlam değişikliğine uğradığını hatta bazen karşıtına da dönüştüğünü biliyoruz. Bu konuda en çarpıcı örneklerden biri de ‘AYDINLANMA’ kavramıdır.
Aydınlanmanın mitolojiyi yadsıyarak onu aşmasını, “modern” çağda yeni ‘mit’ler yaratarak tekrar ve farklı bir boyutta karşıtına dönüşmesini en iyi açıklayan eserlerden biri de Horkheimer ve Adorno’nun ortak eseri olan “Aydınlanmanın diyalektiği” dir. Farklı ama bağlantılı bir kavramla Marks da burjuvazinin tarihteki ikili rolüne vurgu yapmıştı. Karşıtına dönüşmeden/gericileşmeden önce, özgürleştirici bir rol oynayan (ki Marks, bu dönem için burjuvazinin tarihsel devrimci rolüne dikkat çeker) burjuvazinin iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra nasıl tutuculaştığını, özgürlüklere karşı olumsuz bir tutum takındığını biliyoruz. Aydınlanma ile burjuvaziyle bağlantılı ve onlar gibi ikili bir karaktere sahip olan kavramlardan biri de MİLLİYETÇİLİK’tir.
Milliyetçiliğin ikili ve karşıt karakterine vurgu yapılırken, ‘ezen ulus milliyetçiliği-ezilen ulus milliyetçiliği’ ve ‘negatif milliyetçilik-pozitif milliyetçilik’ gibi ayırımlar, haklı olarak yapılmış/yapılıyor. Farklı bir ifadeyle, ‘egemenlik kurmak/sürdürmek için milliyetçilik’ ile ‘egemenlikten kurtulmak için milliyetçilik’ aynı değerlendirmeye tabi tutulamaz/tutulmamalıdır. Biri özgürlüğü kısıtlayan/yok eden bir işleve sahipken diğeri özgürleştiricidir.
Devşirme kültürünün egemen olduğu Türkiye’de “aydın” olmak, kendi tarihine/kültürüne sırt çevirmekle olanaklı olabiliyor ancak. Kürd sorununun tartışıldığı her platformda, görece en aydın olanlarının da sıklıkla işaret ettikleri,’Kürd milliyetçiliği tehlikesi’ veya ‘her türlü milliyetçiliğe karşıyım’ söyleminin temel nedeni, sistemle aralarına yeteri kadar mesafe koymamış olmalarıdır. Sistemle düşünsel bağlarını koparmamış insanların ‘aydın’ olma iddiası, iddia olmaktan öte bir anlam ifade etmemektedir. İlginç olan, Kürd “aydın”ı sıfatı yakıştırılan ve Kürdler adına konuşma olanağı verilen bazı insanların da, (hem sol adına hem de din adına) halkların kardeşliğine vurgu yaparlarken, ‘Ben her türlü milliyetçiliğe karşıyım’ı sık sık söyleme gereği duymalarıdır. Bu söylemin içerdiği ve sistem tarafından ‘olumlu, doğru bir mesaj’ olarak algılandığı anlamı, “her ne kadar Kürdler adına konuşsam da, sistem dışı bir talebim yoktur” dan başka bir şey değildir.
Sistem tarafından, İmralı vasıtasıyla, Kürd halkına enjekte edilmeye çalışılan düşünceler sağlıklı analiz edildiğinde, ‘özgürlük” adına, her türlü özgürleştirici düşünce ve pratiğin yok edilmesinin amaçlandığı rahatlıkla görülebilir. Kemalist ideolojiyi, ilk başlarda utangaç bir tarzda savunan Öcalan, ciddi bir tepkiyle karşılaşmadığını görünce (ki bunda hem ‘Türk aydınlarının hem de DTP/HDP yöneticilerinin büyük katkısı göz ardı edilmemeli) daha açık, dolaysız bir şekilde ve pervasızca açıklamalarına hız vermeye başladı.
17 Eylül 2008 tarihli görüşme(!) notlarında devletleşmeye karşı olduğunu açıkça söyleyen Öcalan, 24 Ekim 2008 tarihli açıklamasında ise, “Ben her türlü milliyetçiliğe karşıyım. Türk, Kürt, Arap, Alman milliyetçiliği fark etmez. Hepsine karşıyım, her türlü milliyetçiliği lanetliyorum” diyor. Henüz özgürleştirici rolünü oynamayan Kürd milliyetçiliği ile karşıtına dönüşmüş ve her türlü baskı, asimilasyon, inkârı ön gören egemen devletlerin milliyetçiliğini aynılaştırmak, hem tarihsel gerçeklikle bağdaşmaz hem de Kürd halkının ulusal düzeydeki her türlü talebine karşı durmaktan başka bir anlam içermez. Öcalan’ın milliyetçiliğe dair sözlerinde dikkat çeken bir nokta da Kürd milliyetçiliğinin -Türk, Arap ve Alman- milliyetçiliğiyle birlikte anılmasıdır. Öcalan’ı konuşturan akıl hocalarının Kürd özgürleşmesine karşı nefreti dikkate alındığında, söz konusu milliyetçiliklerin bir arada anılmasının tesadüfü olmadığı anlaşılır. Alman milliyetçiliğinin, Yahudi soykırımıyla anılması; Arap milliyetçiliğinin, Kürdlere karşı yüz yıllık baskı/inkârı ve Halepçe gibi soykırımı çağrıştırması; Türk milliyetçiliğinin de gayrimüslimlere (Ermeni, Süryani, Yezidi, Rum) ve Kürdlere karşı yapılan soykırım ve katliamlarla özdeşleşmesi dikkate alındığında, Öcalan ve onu konuşturanların ne kadar çirkin bir benzetme yaptıkları daha iyi anlaşılır.
Kürd milliyetçiliği henüz özgürleştirici rolünü oynamamıştır. Bu rol, ancak iktidar olmakla/devletleşmekle oynanabilir. Kürd milliyetçiliği iktidar olmadığı için karşıtına da dönüşmemiştir; dolayısıyla onu mahkûm etmemizi gerektirecek olumsuzluklar içermemektedir. Ama Öcalan, ‘Bağımsız Kürdistan’ söylemiyle yola çıkıp bağımsızlık ve her türlü özgürlüğü dışlayan bir noktada olduğu için karşıtına dönüşmüştür; bu nedenle de onu mahkûm etmemiz için gereğinden çok neden vardır. Özgürleştirici özelliğini koruyan Kürd milliyetçiliğini onaylamak için milliyetçi olmak da gerekmiyor.
İnsanın özgürleşmesinden yana olan hiçbir dünya görüşü Kürd milliyetçiliğine karşı olumsuz bir tutum takınamaz/takınmamalıdır. Bunu yapanlar, genel anlamda dillendirdikleri/amaçladıkları özgürlük anlayışlarıyla çelişirler. Dahası, Kürd milliyetçiliğinin yerel anlamdaki özgürleştirici özelliği genel/evrensel özgürleştirici değerlerin bir parçası olduğu için, özgürlükten yana olanlar tarafından desteklenmesi bir tutarlılığın göstergesi olur; dünya görüşü ne olursa olsun…