Abdullah Öcalan’ın doğum gününde “lider tapınıcılığı” üzerine birkaç söz
PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan’ın doğum günü kutlamalarının hatırlattıklarını yazmaya devam ediyoruz. İşin gerçeği şu ki PKK etrafında biriken bir gurup militan kitlenin bu kutlamalardaki hareketleri toplumsal bir hastalığın belirtisidir. Çünkü kutlamaların biçimi anormal bir şeydir. Hayatı boyunca kendi doğum günü pastası olmamış ve belki de doğum günü kutlanmamış hatta kendisi de sevdiklerinin doğum günün kutlamamış yaşlı başlı insanlar katılıyor bu kutlamaya. Abdullah Öcalan’ın doğduğu köye gidiliyor ve Öcalan’a babasından kalan bahçeye gidiliyor. Herkes bahçeden toprak alıp öpüyor, toprakları poşetlere koyup evlerine götürüyorlar. Fıstık ağacının dallarını kurutmak için götürüyorlar. Toprağı secde edip öpenler, ağlayanlar var. Hastalıklı durum dediğimiz budur. Kalkıp hala yaşayan bir insanın bahçesindeki toprağın öpülmesi Ortadoğu’nun en geri geleneğinin güncellenmesidir. Yıllarca ağalık, seyitlik ve şeyhlik kurumunu eleştiren PKK ağa-maraba, şeyh-mürit ilişkinin daha gerisinde bir toplumsal ilişki biçimi geliştirmiştir. En azından ağalar ve şeyhler dünyanın en özgürlükçü, en modern en hiyerarşi karşıtı ve eşitlikçi oldukları iddiasında değildir. Eli ile yaptığı helvadan put yapıp sonra o puta ibadet eden Ortadoğu tapınıcılığı ile Öcalan’ın evinin toprağını başına dönmek aynı geleneğin yansımasıdır.
Üstelik şu ana kadar bildiğimiz kadarı ile 2004 yılından bu güne 2 kişinin hayatını kaybettiği ve yüzlerce insanın tutuklandığı Abdullah Öcalan’ın doğum günü de 4 Nisan tarihinde değildir.
1996 yılında ilk Abdullah Öcalan kutlaması Şam’da başlar. Öcalan’ın yanında kalan bir gurup kadın PKK kadrosu Öcalan’a doğum gününü sorar Öcalan “kimliğimde 10 Nisan yazıyor ama ben gerçeği bilmiyorum fakat bahar olma olasılığı yüksek” der. O kadın kadrolar yanlış anlar ve 4 Nisan’da kutlar. Yani bu gün insanların kutladıkları doğum günün içeriği kadar tarihi de yanlıştır. Fakat Öcalan etrafındaki kadınların bu doğum gününü kutlamasından hoşlandığını görür ve olay devam eder. Fakat bu halkın içinde değildir. Öcalan 2002 yılından itibaren İmralı’da avukatları ile yaptığı görüşmelerde kendisi doğum gününü gündeme koyar ağaç dikilsin der. Her şey böyle başlar. Öcalan yine aynı İmralı’dan 2003 yılında ben başkan değilim ben Kürtlerin önderiyim, beni bir parti ile sınırlandırmayın der ve Önder Apo olur. Yani İmralı’da Öcalan yeni lider sıfatları almıştır.
Fakat bu olaylar bu verdiğimiz özet gibi basit olaylarla oluşmamıştır. Çünkü Abdullah Öcalan’ın “Kürt halkına önder olarak sunulma” süreci Öcalan’ın da dışında kurgulanmış bir süreçtir. Evet, bu süreç kurgulanmıştır. Bu kurguda da yönetmek Türkiye derin devlet aklıdır. Nasıl mı? İşte böyle:
1980’li yılların ikinci yarısından sonra Kürtler için yeni bir süreç başladı. Saddam Hüseyin’in Kürtlere karşı başlattığı Enfal süreci sadece Güney Kürdistan’ı değil dört parça Kürdistan’ı etkisi altına almıştı. Türkiye artık mızrağın çuvala sığmayacağını biliyordu. Türkiye Güney’deki durumun kitlerde milliyetçi duygular yarattığını ve bu duygu kabarması bitiremeyeceğini ama kontrol edebileceğini biliyordu. Sömürgecilik güçlü kolektif deneyime sahiptir, sömürgeciler her zaman için sömürdükleri halkın yine o halkın üyeleri ile kontrol edilebileceğini tecrübe etmiştir. Türkiye kendi denetimi dışında ki Güney Kürdistan’daki Kürdistan Özgürlük Hareketinin yerine yenisini ikame etmeliydi. Bunun için popüler bir yeni başkan yaratmalıydı. Bu da Abdullah Öcalan’dı.
1988’den sonra Türkiye Cumhuriyeti Abdullah Öcalan’ı Kürdistan toplumuna kendi elleri ile tanıştırdı. O zamana değin insanlar gazetelerde Öcalan’ın bir iki fotosunu görmüştü. Kimse Öcalan’ı tanımıyordu. Fakat 88-89 yılları arasında Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar, Doğu Perinçek gibi ünlü Türk gazeteciler Lübnan’a gider. Öcalan uzun uzun hayatını anlatır. Yani Kuzey Kürdistan’daki topluma Öcalan’ı tanıtan devlettir. Daha sonra bunu Yalçın Küçük devam ettirir. Öcalan’ın hayatını anlattığı kitabın adı “Dirilişin Öyküsü”. Kitabın adı özenle seçilmiştir. Çünkü topluma empoze edilen şudur “Öcalan Kürtlerin atasıdır, Öcalan olmasaydı Kürtler yok olacaktı” Maalesef ki Türkiye ve PKK’nin bu algı yaratma adımları başarılı olmuştur.
Bazı Kuzey Kürdistanlılar eğer Abdullah Öcalan olmasa Ortadoğu da Kürt kalmayacağına inanmaktadırlar. Kimse kalkıp daha Abdullah Öcalan’ın Türk Miliyetçisi Ülkü Ocakları derneğine üye iken Kuzey Kürdistan’da ki partiler mesela DDKD on binlerce insan ile “Kürtlere Özgürlük” adlı mitingler yapıyordu demiyor. Diğer tüm parçalarda da bir Kürt hareketinin olduğunu KDP geleneğinin her parçada ciddi bir örgütü olduğu da sanki unutturulmak istenir gibi tüm parçalar Kürtlüğü Abdullah Öcalan’dan öğrenmiş gibi bir hava yaratılır. Zaten neden 4 Nisan’ı bu denli fanatik kutluyorsunuz deyince de Öcalancılar şöyle der: Başkan Apo Kürtleri yok oluştan kurtardı, Kürtleri diriltti biz bu nedenle Öcalan’ın doğum gününü tüm Kürtlerin tüm kadınların ve Ortadoğu halklarının doğum günü olarak görüyoruz” derler. Bu sözlerde hem bilgi cehaleti hemde mantalite geriliği vardır.
Tüm bu süreçler boyunca Abdullah Öcalan’da lider kabul edilmek için büyük bir çaba verdi. Öncelikle kendi hayat öyküsünü yeniden yazdı. Abdullah Öcalan kendini olağan üstü bir kişilik gibi göstermek için elinden geleni yaptı. Aslına 1950’lerin Kürdistan’ında köyde yaşayan her Kürt çocuğunun yaşayabileceği olaylar bir mizansenle anlatılarak peygamberlerin hayatına benzer ifadeler kondu hayat öyküsüne. Eğer Öcalan Musa vb tarihi hikâyelerdeki gibi Fırat nehri içinde sepet içinde geldiğini söylerse peygamberlik hikayesi tamamlanmış olacaktır. Öcalan Fırat nehri içinden sepetle geldiğini söylemedi ama kendi kendini Yunan tanrılarına benzetti, Promethous’um dedi, tanrıyı çözdüm dedi. Birçok düşünürün etkileyici sözlerini restore ederek kitlelere hitap etti. Kürt halkın kendi rönesansını yaşamadığı için Öcalan’ın bu başkalarından öğrenip bir araya getirdiği düşünceleri Öcalan kendi düşünceleri gibi algıladılar. Maalesef ki Güney ve Doğu Kürdistan’da ki pek çok tarihi, siyasi ve kültürel eser de Kurmancinin Sorani lehçesi ile yazıldığı ve alfabe farklı olduğu için özellikle Kuzey Kürdistanlılar tarafından okunamadı. Bu da Kürtler için tek yazan ve çizen Öcalan propagandasının Kuzeyde erken kabul edilmesine yol açtı.
Tam burada tarihten bihaber olmanın ne denli korkunç olduğunu göre biliyoruz. Bir Afrika atasözü der ki: Aslanlar kendi hikayelerini yazmazsa, avcıların hikayelerini dinlemek zorunda kalırlar… Maalesef ki bizim şimdi Öcalan ve devletin yazdığı bir kurguyu dinliyoruz. Kürt aydını bu konuları açığa çıkarmak konusunda yeterli rolü oynamadı.
Bizim yazımız sadece ve sadece Öcalan’ın etrafında oluşan sosyolojiyi incelemek isteyenler için satır başları veren bir yazıdır. Yoksa Öcalan etrafında gelişen lider tapınıcılığının Kürt toplumu için yarattığı handikapları ve gelişim süreci çok detaylı incelenmelidir.