The Independent Turkish’in köşe yazarlarından Faik Bulut, İsrail Devleti’nin kurulma hikayesi ve Kürtlerin devlet olma hakkının engellenmesi üzerine dikkat çekici bir makale yayımladı.
Araştırmacı Gazeteci Yazar Faik Bulut’un, “İki tarihi belge: İsrail devleti nasıl kurulur ve “Bir Kürt devleti” nasıl önlenir?” başlıklı The Independent Turkish’te yayımlanan makalesi şu şekilde:
“Yüz yılı aşkın bir süreden bu yana Ortadoğu’nun çözülememiş Filistin ve Kürt sorununa dair pek çok şey anlatılmıştır. Bu makalemizde çok az kişinin haberdar olduğu iki tarihi belgeden söz edeceğiz.
İlki, 2003 yılında Amerikan askerlerinin Irak’ı işgal etmesinden hemen sonra İran, Suriye ve Türkiye’nin de yakından ilgilendiği muhtemel bir “Kürt Devleti’nin kurulması hakkındadır.
İkincisi, Birinci Dünya savaşı sonrasında İngiltere’nin hazırladığı, “Yahudilere ait bir devlet” kurulmasına yöneliktir.
Birinci belgede, “Kürt Devleti’nin kurulmasının nasıl engelleneceği tartışılmıştır, İkincisinde ise, İsrail devletinin nasıl kurulacağı tanımlanmıştır.
Muhtemel bir “Kürt Devleti” konusu, olayın tanığı olan Suriyeli eski siyasetçi ve diplomat Abdulhalim Haddam’ın anılarında ayrıntısıyla anlatılmaktadır.
Haddam; 1932 doğumlu olup Suriye’deki Baas Partisi üyesi sıfatıyla devletin her kademesinde çalıştı. Saray entrikalarına, siyasi kulislere ve darbelere bizzat katıldı veya tanıklık etti.
Darbeyle iktidarı alan Hafız Esad döneminde; 1970-1984 yılları arasında Dışişleri Bakanlığı, 1984-2000 yılları arasında Suriye Devlet Başkan Yardımcılığı görevlerinde bulundu.
Hafız Esad, Beşar Esad ve Abdulhalim Haddam-kaynak-Şark’ül Avsat .jpg
Hafız Esad, Beşşar Esad ve Abdulhalim Haddam / Fotoğraf: Şark’ul Avsat
Hafız Esad öldüğünde oğlu Beşşar Esad yerine geçene kadar geçici olarak devlet başkanlığını yürüttü. Politikada acemi olan Beşşar Esad’a siyasi mürebbilik ve danışmanlık yaptı.
Aralarındaki anlaşmazlık sonucunda 2005 yılında görevinden istifa etti ve Fransa’ya yerleşti.
Haddam Suriye iç savaşı sırasında muhalefete yanaştı; bu arada Suriyeli Müslüman Kardeşler (İhvan) liderleriyle Avrupa’da buluştu.
Ülkesindeki ayaklanmanın önderi olmaya heveslenmesine rağmen olayın kendini aştığını görünce geri çekildi.
Çağdaş Arap Rejimleri ( النظام العربي المعاصر ) adlı eserinde devlet yönetme tecrübesine dayanarak, “demokrasi ve özgürlük” konusunu işledi. A. Haddam, Mart 2020’de Paris’te kalp krizinden öldüğünde 88 yaşındaydı.
Abdulhalim Haddam
Kurt siyasetçi Haddam, ölümünden önce anılarını kaleme aldı. “Abdulhalim Haddam’ın Hatıraları” ( عبد الحليم خدام مذكرات) başlığı altındaki eser, Londra merkezli Arabistan gazete Şark’ul Avsat tarafından 11 bölümlük dizi halinde (26 Nisan-6 Mayıs 2021) yayımlandı.
Dizinin ilk halkası, ABD’nin Irak Savaşı (2003) öncesi ve sonrasında İran ile Suriye arasındaki üst düzey görüşmelerde konuşulan mahrem ve gizli konuların ayrıntılarını içeriyor.
Ayrıca, Saddam Hüseyin’in bulunduğu rejimin çökmesiyle birlikte Irak ve Kürt muhalefetinin nasıl kontrol altına alınacağına dair görüş ve öneriler dile getiriliyor.
16 Mart 2003 tarihinde İran’ın başkenti Tahran’ı Cumhurbaşkanı Beşşar Esad ile birlikte ziyaret eden Abdulhalim Haddam’ın amacı, İran yöneticileriyle görüşerek bölgedeki endişe verici gelişmeleri değerlendirmek ve ortak tutum alabilmekti.
(Dönemin) Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi ve ruhani lideri (mürşidi) Ali Hamaney ile gerçekleştirilen iki ayrı toplantıda Esad-Haddam ikilisiyle İranlı muhatapları arasında geçen konuşmaları şöyle özetlemek mümkün:
Beşşar Esad: “Irak’ta savaş çıkması ve uzun (belki de yıllarca) sürmesi halinde ne yapabiliriz? ABD’nin istikrar sağlayacağını kastetmiyorum. Ola ki istikrar kazanıp güvenliği tehdit etmesi halinde savaş, İran ile Suriye’ye intikal ettirilecektir.”
- Hatemi: “Bu sorular yerinde ve zamanında dile getirildi. Biz de, İran olarak bu hususu düşünüp tartışıyoruz. Benim özel temsilcim Kemal Harzai Bey de dostlarla buluşmalarında bunu dillendirip duruyor.
Müsaadenizle iki buluşmaya ilişkin bilgi vereyim: İlki Rusya Dışişleri Bakanı İgor İvanov, diğeri de Fransa Cumhurbaşkanı Sayın Jacque Chirac ile. Her ikisi de pek yakında Irak’a savaş açılacağını söylüyorlar ve bundan endişeliler… Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulunda veto hakkını kullansalar bile Amerikan yönetimi buna aldırmayacakmış…
ABD’nin kesin zaferi, savaş süresini kısaltır. Savaş uzadıkça Amerika da zararlı çıkar. Asker cesetleri ülkeye gittikçe Amerikan kamuoyu, Başkan George W. Bush karşıtı bir tutum alacaktır. Ancak ABD yönetiminin bu savaşı sona erdirmesi kolay olmayacaktır.
Burada muğlâk ve müphem bir nokta var: Iraklılar, savaşa göğüs germeye ve direnişe hazırlıklı mıdır? Savaş çıkması halinde, Amerika’nın kolayca galip gelmesini arzu etmem. Çıkan bir savaştaki tutumumuz ne olmalı?
Chirac ile yapılan görüşmede olayın bir başka yanı da ele alındı. Şöyle ki: Çatışmalar ve savaş, şiddet dalgasının dünyanın dört bir yanına yayılması anlamına gelecektir. ABD, Afganistan’daki El Kaide örgütü lideri Usame Bin Ladin’i katledecek olsa bile bu oradaki çatışmayı sonlandırmaz.
Tersine, onu kahramanlaştıracaktır. Irak’ta da olası bir savaşta ismi Saddam Hüseyin olan bir kahraman çıkarılmış olacak! Amerikalılar bu bölgenin insanı değiller, durumu kavramıyorlar.
Savaşın üçüncü aşamasına ilişkin soruyu tekrarlıyorum: Irak halkı, uzatmalı bir savaşta ne oranda direnecektir? Özellikle şehir içi çatışmalar pek hasarlı, tahripkâr ve zarar verici olacaktır.”
Beşşar Esad: “Amerikalılar aptallık ettiler. Kısa sürede zafer kazanıp işi bitireceklerini söyleyerek kendilerine zaman unsuruyla sınırlamış oldular. Saddam ile ABD arasındaki tercihte, Irak halkı Saddam’ın yanında yer alıp savaşacaktır…
Halk Saddam’ın varlığını ve önemini unuttuğu takdirde, Amerikalılar çok sayıda Iraklının hayatına mal olacak bir savaş yürütmüş olacaklar. “
- Hatemi: “Irak muhalefetinin tamamı, şimdilik ABD karşıtıdır. Biz, elimizden geldiğince Sünniler ile Şiilerin aralarındaki ihtilafları aşıp birleşmeleri için çalışmalıyız.”
Beşşar Esad: “Saddam’ın yanında en fazla yer alan devlet biz olmamıza rağmen; o, bizimle en az düzeyde işbirliği yapıyor. Bambaşka bir âlemde yaşayan tuhaf bir rejimin başındadır. Önceleri onlarla buluşup şunu söylemiştim: Yurtiçindeki farklı çevrelerle daha fazla işbirliği yapılmalı ve katılımcılık temelinde cephe genişletilmeli…
Mesela biz, Suriye’de muhalefetin yerel seçimlere geniş ölçekte katılmasını temin etmenin yollarını arıyoruz. Saddam ise, bunun tersini yapıyor. Daha düne kadar Irak’ı dört bölgeye ayırdı. Birini, ‘Kimyevi Hasan’ın (Kürdistan bölgesine kimyasal silahlar atarak kitlesel katliama neden olan Ali Hasan El Mecid-F.B.) idaresine vermiş. Bu durum, Saddam’ın halk nezdindeki imajını olumsuz yönde değiştirecektir.
Şimdi soru şudur: Suriye ve İran olarak bizler, Irak muhalefetine nasıl davranmalıyız? Her şeyden önce yurtdışındaki muhalefeti yanımıza çekip denetim altına almalıyız ve büyük bir rol sahibi olmalarını önlemeyi amaçlamalıyız. Irak içindeki iktidar yanlıları ve muhaliflerle çok daha geniş ilişkiler kurmalıyız.
Bizimle Irak rejimi arasındaki güven yokluğundan ötürü içerideki Iraklılarla ilişkilerimiz zayıftır. Bu hususu biraz daha somutlaştırmak durumundayız. Saddam’ın yerini alacak bir başkan veya başkanlık konseyini ABD kabul etmez. Nitekim İzzet El Duri’nin başkan olmasını öneren bir Arap devletine kulak asılmamıştır.”
- Hatemi: “Irak’ın içinde neler döndüğünden bizim de haberimiz yok. Gerek Amerika gerekse Saddam’a yönelik hislerim çelişkilidir. Savaş uzarsa, halk verilen kayıpları görürse, Cumhuriyet Muhafızları da direnebilirse, zaman ABD’nin aleyhine işleyecektir.
Irak’ın geleceği açısından birtakım tehdit ve tehlikeleri öngörüp bunların önüne geçmek lazım. Mesela Iraklılar arasında etnik ve mezhepsel bölünmenin yol açacağı boğuşma tehlikesi önlenip giderilmeli.
Amerikan yönetimi, bu ayrımcılığa oynuyor. Sanki Şiiler, Kürtler ve diğer topluluklardan her biri kendine pay talep ediyormuş gibi bir algı yaratılmış. Böyle bir ayrışma, Irak’ın geleceğini zehirlemek demektir. Irak’ın demokratik geleceğini şu şekilde düşünmek elzemdir: Iraklılar ABD’ye düşman olmasalar bile, onun kontrolü altına da girmemelidir!”
Görüş alışverişi sırasında yukarıda sözünü ettiğimiz “Kürt meselesi” de inceden inceye ele alınmıştır.
Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi, bu konudaki fikrini şu sözlerle ifade etmiştir:
Irak muhalefetinin aklı karma karışık; ne yapacağını bilemez halde ve son derece istikrarsız. Amerika ise böbürlenip duruyor. ABD, muhalefet üzerine bahse girmiş vaziyette. Ancak kötü bir bahistir bu.
Hemen herkes, onun kibirli tutumundan rahatsız. (ABD’nin has adamı ve işbirlikçisi-F.B.) Ahmed Çelebi (El Şelbi) de buna dâhildir. Bu rahatsızlık, tüm muhaliflerin akıllarını başlarına toplamalarına yaramıştır. Haliyle de mezhepsel ve etnik meseleye daha az önem vermeye başladılar.
ABD’ye karşı yükümlülüklerine rağmen bu aşamada Türkiye’ye büyük bir rol düşüyor. Gözlediğim kadarıyla Türkiye’yi yöneten kesim (AKP iktidarı-F.B.), bizimle ve İslam dünyasıyla iş tutmaya meyillidir. Bizler, bir Kürt devletinin kurulması hususunda son derece uyanık ve dikkatli olmalıyız.
Şu fikri sürekli vurgulayarak söylemek şarttır: İran Kürtleri, İranlıdırlar; Irak Kürtleri Iraklıdırlar; Türkiye Kürtleri, Türk’türler. Türkiye’yi bu noktada temin etmeli ve kaygılarını gidermeliyiz. Her halükârda, bir yandan kendi aramızda diğer yandan bizimle Irak muhalefeti arasında ilgili konulardaki eşgüdümü (koordinasyonu) sağlamalıyız.
Beşşar Esad:
Muhalefetin önünde iki ihtimal var. Bir: Olgunluk aşamasına gelir ve ABD ile iş tutmaz. İki: Amerika kendilerine işaret ettiğinde ona doğru atılırlar. Irak yönetimine geldiklerinde ise, Suriye ve İran ile çalışmadıkları gibi tamamen Amerikalıların yanında yer alırlar.
Bu nedenle özellikle muhalefetin belkemiğini oluşturan Kürtler başta olmak üzere bütün muhalif kesimler ile ilişki kurmak ve (istediğimiz türden ve bizimle uyumlu-F.B.) yeni muhalif unsurların ortaya çıkmalarına yardımcı olmak durumundayız.
Kürtler, bir Kürt vatanı (devleti) kurmayı düşünmekteler. Burası işin püf noktasıdır. Bunu, Türk yöneticisi (başbakanı) Abdullah Gül ile tartıştım. Birkaç gün önce Suriyeli güvenlik yetkilileri, Türkiye’ye gittiler. Hem muhtelif siyasi kesimlerle hem de askeri çevrelerle görüştüler.
Kürt devletinin kurulması ihtimaline karşı Suriye, İran ve Türkiye arasındaki işbirliği ve eşgüdüm imkânlarını konuştular. Çünkü mesele, üç ülkeyi de yakından ilgilendiriyor.
Bu görüşmede Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esad esas olarak birkaç noktayı vurguluyor:
Ne yapıp edip muhalefetin ABD ile iş tutmasını engelleyip kendi yanımıza çekmeliyiz. Bu uğurda Kürtler dâhil muhalif kesimlere çeşitli vaatlerde bulunmalıyız. Amerika’ya karşı Irak’ta bir direniş hareketi kurmalıyız. Yoksa ABD, Irak’tan sonra bize savaş açacaktır.
İranlı mevkidaşı Muhammed Hatemi ise, bu görüşe katılıyor, ek olarak da şunu söylüyor:
Türkiye, emirlerini Amerika’dan alıyor. Bu durum, İslam ülkeleri zirve toplantısında görüldü zaten. Ancak bizim için gayet önemli bir devlettir. İstanbul’daki altılı görüşmeyle kendimizi sınırlamadan İran, Suriye ve Türkiye’nin bölgesel bir güç olarak ortaya çıkmasını sağlamalıyız. Çünkü savaş sonrasında Türkiye de bizim gibi zarar görecektir.
Nitekim İran, Suriye ve Türkiye, Saddam rejiminin 9 Nisan 2003’te devrilmesinden sonra her fırsatta özellikle Irak’ta bir “Kürt devleti” kurulmasını önlemek adına söz birliği ettiler.
Zaman zaman toplantı ve görüşmeler yaptılar. Son olarak 25 Eylül 2017’de Irak Kürdistan Bölgesi’nde gerçekleştirilen “bağımsızlık referandumu”nun karşısında durdular.
İran-Türkiye-Irak hükümetleri, Kürdistan özerk bölgesini ekonomik, askeri ve siyasi kuşatma altına aldılar.
2017 Iraklı Kürtlerin bağımsızlık referandumuna Türkiye, İran, Irak ve Suriye karşı çıkmış, ABD ile Avrupa devletleri de siyasi uyarıda bulunmuş.
Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi iktidarları, bu geleneksel politikasını 1800’lerden itibaren sürdürmektedir:
Bazı örneklerini sıralayalım:
İran devletiyle birlikte Kör Mehmet Paşa isyanını bastırmak (1833), İngiltere ile anlaşarak Bedirhan Bey isyanını bertaraf etmek (1847), İran ve Rusya ile söz birliği halinde Şeyh Ubeydullah’ı yenmek (1882).
Karşı çıktıkları gelişmeleri ise şu şekilde sıralamak mümkün:
1934’te Kürdologlar Konferansı (Erivan), 1946 Mehabad Kürdistan Özerk Cumhuriyeti, 1958 Mısır’da Kürtçe radyo yayını, Irak’ta Kürtlere özerklik (1958 ve 1970), 1980’lerde botanik biliminde bazı endemik bitki ve hayvanların bulunduğu yerler için “Kurdicus”, “Kurdistanica” ve “kurdistanicus” adlarının kullanılması.
Ve nihayet Suriye’deki Kürt siyasi varlığına son vermek maksadıyla Rusya’nın yardımıyla Afrin (2018) , Ekim 2019’da ABD Başkanı D. Trump’ın yol vermesiyle iki aşamada Tel Abyad (Grê Spî) ve Resulayn (Serê Kaniyê) bölgelerini askeri denetimine alması.
Bu konuyu, bir anımla bitirmek isterim:
Dönem 2003 sonbaharı, yer İstanbul. Amerikan işgali sonrasında Irak ve oradaki Kürtlerin geleceği konulu uluslararası bir konferansa dinleyici olarak katılmıştım.
Konuşmacılar arasında Türkiye ve Ortadoğu konusunda uzmanlığıyla bilinen Tel Aviv Üniversitesi öğretim görevlisi ve İsrail merkezli Moşe Dayan Ortadoğu-Afrika Çalışmaları Merkezi’nde görevli İsrailli kadın Profesör Orfa Bengio ile dünya çapındaki güncel meseleleri analiz etmek amacıyla faaliyet gösteren Londra merkezli Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nden bir akademisyen ve Almanya yönetimiyle çalışan Arap kökenli bir profesör vardı.
Bazı dinleyicilerin “Bir Kürt devleti kurulabilir mi?” sorusuna, hepsinin ortak cevabı şuydu:
Uluslararası şartlar ve ortam buna müsait değildir. Iraklı Kürtler, özerklikle yetinmek zorundalar.
Üç akademisyen de adeta yaşadıkları ülkeleri adına ve temsilcisi gibi konuşmuşlardı. Yani batılı devletler ile İsrail, “Kürt devletinin kurulmasını” orta vadede bile onaylamıyorlardı.
***
Balfour Vaadi ve İsrail devletinin kuruluşu
Tersten bir örnek sayılan İsrail devletinin nasıl kurulduğuna ilişkin alışılmışın dışında bilgiler de sunalım.
Sıra dışı sayılan bu bilgileri, “Sakk-ul Muamara:Vaad’ul Balfur” (Komplo Belgesi: Balfour’un Vaadi) başlıklı Arapça kitaptan edindim.
Cemil Atiye İbrahim ile Salah İsa imzasını taşıyan kitap, Kahire merkezli Dar-ul Feta-il Arabi yayınevi tarafından 1991’de yayımlanmış.
Balfour Vaadi hakkındaki Arapça kitabın kapağı ve ilgili siyasetçilerin portreleri
Arapça “El Muamara” kelimesi komplo, tertip, tezgâh, entrika anlamlarında kullanılır. O halde “Sakk-ul Muamara” ibaresi için “Komplo Belgesi, Tezgâhın Belgesi” demek yanlış olmaz.
Esasen, İsrail devletinin kurulmasına izin verip yardım eden İngiltere’nin, Filistin halkına reva gördüğü bu muamelenin adı, komplo ve tezgâhtan başka bir şey değildir.
Filistin’in makus talihinde rol oynayan üç meşhur İngiliz şahsiyeti: General Edmund Allenby, Dışışleri Bakanı Arthur Balfour ile mevkidaşı Herber
İsrail devletinin kuruluş hikâyesi, Birinci Dünya Savaşı sırasında Lloyd George başkanlığındaki Britanya (İngiltere) savaş kabinesinin Dışişleri Bakanı Lord Arthur James Balfour’un girişimiyle başlatılır.
Lord A. J. Balfour, 2 Kasım 1917 tarihinde uluslararası Siyonist hareketin liderlerinden olan ünlü Britanyalı banker ve Siyonist hareketin öncülerinden Lord Nathaniel Charles Jacob Rotschild’e (veya 4. Baron Rothschild) bir mektup göndererek, “Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurulması konusunda İngiliz hükümetinin destek vereceğini bildirmiştir.”
Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı Arthur J. Balfour ve Yahudi devleti kurulmasına ilişkin bildirgesi
“Balfour vaadi veya bildirgesi” olarak ünlenen bu beyan, Avusturyalı gazeteci Theodor Herzl’in aynı topraklar üzerinde bir Yahudi devleti kurmak amacıyla uluslararası Siyonist şahsiyetler arasında başlattığı siyasi faaliyetten 20 yıl sonra resmiyet kazanmıştır.
Theodor Herzl, Basel şehrinde, 1897
- Herzl’un Yahudi Devleti’nin inşası hakkındaki plan ve düşüncelerini içeren Almanca kitap-Der Judenstat (Yahudi Devleti ) başlığıyla yayınland.jpg
Theodor Herzl’un Yahudi Devleti’nin inşası hakkındaki plan ve düşüncelerini içeren Almanca kitap, “Der Judenstat” (Yahudi Devleti) başlığıyla yayımlandı
Bazı tarihçiler, Balfour Bildirgesi’nin perde arkasını, Siyonist kaynaklı efsane ve rivayetlerle sınırlayabiliyorlar.
Bir örnek verelim:
1873 Belarus doğumlu, Yahudi Siyonist lider, Haim Weizmann Azriel, aynı zamanda bir biokimyager idi.
İngiltere Manchester Üniversitesi’nde kimya okutmanı oldu ve bakteriyel mayalanma alanında kendisine ün getiren çalışmalar yaptı.
Siyonist lider ve ilk İsrail Cumhurbaşkanı Haim Waizmann
Endüstriyel fermantasyonun babası olarak adlandırıldı. Aseton üretmeye yarayan “Weizmann organizması”nı buldu.
1916-1919 yılları arasında İngiliz Deniz Kuvvetleri Laboratuarlarının müdürü oldu. O sırada su altında patlayabilen silahın formülünü buldu.
Siyonistler, onun bu başarısını kullanarak İngiltere yönetimine şöyle bir şantajda bulundular:
Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması için açık ve yazılı bir vaatte bulunmazsanız, bu silahın gizli formülünü düşman devletlere veririz.
Günümüzde bile bu hikâye, İsrail tarafından akıllıca pazarlanıyor.
İngiliz yetkililer de, Filistin’in parçalanması noktasındaki sorumluluktan sıyrılmak için, bu rivayetin ortalıkta dolaşmasına ses çıkarmıyorlar.
Hâlbuki İngiltere’nin sömürgecilik tarihini okuyanlar, gerçeğin böyle olmadığını veya en azından gerçeğin yukarıda bahsedilen şantajla sınırlı kalmadığını bilirler.
Birleşik Krallık (İngiltere), üzerinde güneş batmayan imparatorluğunun sınırlarını genişletmek için 18 ve 19’uncu yüzyıllarda uzun vadeli pek çok siyasi plan ve proje üzerinde kafa yormuştur.
Filistin’de bir Yahudi devleti kurulmasını ilk düşünen eski Dışişleri Bakanı ve Başbakan Palmerston
Mesela, Lord Palmerston unvanıyla bilinen Henry John Temple başbakan olmadan önce, dışişleri bakanlığı (1830-34, 1835-41 ve 1846-51 yılları) yapmış bir İngiliz devlet adamıdır ve 1840 yılında şöyle demiştir:
Filistin’de bir Yahudi devleti, Mısır ile Şam Eyaleti’ni (Suriye, Lübnan, Filistin’i) kapsayacak ve menfaatlerimizi tekrar tehdit edebilecek bir Arap devleti kurmaya yönelik kötücül girişimlerin önünde bir set oluşturacaktır.
İsviçre Basel şehrindeki Birinci Siyonist Kongre, bir Yahudi devleti kurulmasını tartışıyor, 1897-1898
Balfour Bildirgesi’ni önceleyen İngiliz planı, Birinci Dünya Savaşı sonrasına denk düşer.
6 Mayıs 1916 tarihinde Britanya (İngiltere) ve Fransa ikili görüşmesinde kabul edilen anlaşma, ekim ayında Rusya tarafından onaylanmıştır.
Anlaşmanın ayrıntıları İngiliz diplomat Mark Sykes ile Fransız meslektaşı François George-Picot tarafından ele alınmış; Osmanlı hükmündeki Ortadoğu ülkelerinin sınırları cetvelle çizilmiş; yöneticileri de her iki devletin siyaseti doğrultusunda belirlenmiştir.
Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı Herbert Samuel, 1920-24 yılları arasında Filistin Yüksek Komiseri olmuştu.
Aynı hususta bir başka gerçek de İngiliz Dışişleri Bakanlık arşivinde mevcuttur. İngiliz hükümetinin Yahudi kökenli Bakanı Sir Herbert Samuel, Mart 1915’te anılarında şunları yazmıştır:
Osmanlı İmparatorluğu, bu savaşta çökecektir. Öyleyse Filistin’in geleceği konusunda birçok ihtimali düşünmeliyiz. Oraya müdahale etmezsek, Fransa, Filistin ile Şam diyarını ilhak edecektir. Bu ise İngiltere çıkarına tehdit oluşturacaktır.
İkinci ihtimal, Filistin’in Osmanlı’ya verilmesidir…
Üçüncüsü ise, bu ülkenin birçok Avrupa devletinin ortak himayesine/denetimine bırakılmasıdır ki, en tehlikeli ihtimaldir bu. Zira Almanya, Filistin’i kendi garnizonu haline getirecektir.
Önümüzde Filistin’i Yahudilere verme dışında başka bir ihtimal kalmıyor. Şu şartla: Filistin, İngiltere manda yönetimi tarafından idare edilmelidir.
Siyonist lider Haim Waizmann, anılarında açıkça belirtmiştir:
İngiltere Dışişleri Bakanlığında müsteşar olarak çalışan Mark Sykes, Balfour vaadinin, İngiliz kabinesinden itirazsız geçebilmesi için, İngiliz yetkililerine sunulacak dilekçemizin çerçevesinin bizim lehimize sonuçlanacak biçimde (yani bir Yahudi devleti kurulması için) formüle edilmesini tavsiye etmiştir.
Nitekim dilekçe üzerine Britanya Hükümeti, Müslüman Arapların çoğunlukta bulunduğu Filistin bölgesini Yahudilere yurt olarak göstererek, bu bölgede bir Yahudi devletinin kurulmasını desteklemiş ve böylece İsrail devletinin kurulması yolunda en büyük adımlardan biri atılmıştır.
Siyonist liderlerden Haim Weizmann ile N. Skoly’nin çabalarıyla yayımlanan bu mektubun ardından yapılan girişimlerle Filistin bölgesi Yahudi göçmenlerin yerleşimine resmen açılmıştır.
İngiltere’nin Mısır Valisi Henry McMahon, Şerif Hüseyin’i vaatlerle kandırdı
İngiltere’nin Mısır Valisi Arthur Henry McMahon ise, Hicaz Emiri Şerif Hüseyin’e, bir “Arap devleti” kurulacağı konusunda mektup yazıp vaatlerde bulunmuştur.
Mektuplaşmalara bakıldığında görülen şudur:
Osmanlı sonrası topraklarda bir Arap devleti (Arabistan yarımadasından Suriye, Filistin, Ürdün ve Irak’ı kapsayacak ölçekte) kurulacağına dair verilen sözler doğru değildir.
“Arap dünyasının lideri ve İslam ülkelerinin halifesi” olması konusunda kandırılan Şerif Hüseyin’in rüyası, düş kırıklığıyla sonuçlanmıştır!
Kandırılan Şerif Hüseyin bin Ali
İngiltere’nin Hindistan işleri bakanlığı görevine (1917-22 yılları) ilaveten kabineye alınan üçüncü Yahudi bakan unvanlı aşırı liberal siyasetçi Edwin Samuel Montagu, savaş sonrasında Osmanlının bölünmesine karşıydı.
Musevi inançlı İngiliz Bakan Edwin Samuel Montagu, İsrail’in kurulmasına itiraz etmişti
Politik Siyonizm’e itirazından ötürü Filistin’de bir Yahudi devleti kurulmasına da muhalifti. Ona göre:
Ortadoğu’nun bölünmesi, sonu gelmez etnik çatışmalara neden olacak ve İngiliz yönetimi bunlarla başa çıkamayacaktı.
Ancak Musevi inançlı bakan Montagu’nun itirazı kabinede dikkate alınmadığı gibi; Balfour Bildirgesi üzerine yürütülen (İsrail devleti kurulmasına yönelik) girişimler; 1918’de Fransa, İtalya ve ABD (Başkan T.W. Wilson) tarafından desteklenmiştir.
Filistin’de İngiliz yönetimi dönemi
Bundan sonraki yazdıklarımızda İngiltere merkezli Dr. Beacon College ile Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi öğretim görevlisi Doç. Dr. Ayşe Tekdal Fildiş’in, “Birleşmiş Milletler’in Taksim Kararı ve İsrail Devleti’nin Yaratılışı” başlıklı çalışmasındaki bilgilerden yararlandık.1
1929 ve 1936-1939’a kadar Filistinlilerin kitlesel ayaklanmaları ile 1945-47 yılları arasındaki İsrail’in ırkçı fanatik Siyonist örgütlerinin şiddet eylemleri karşısında Filistin’i eskisi gibi yönetemeyeceğini anlayan İngiltere, buradaki yönetimin, Birleşmiş Milletler’e devredilmesi kararını aldı.
Dönemin Dışişleri Bakanı Ernest Edwin, “Arapların ve Yahudilerin farklı çözüm önerilerini kabul edemeyeceğimiz gibi, kendimiz de bir çözüm dayatmaktan aciziz” demişti.
İngilizlerin talebine cevaben Nisan-Mayıs 1947’de BM’ler Genel Meclisi bir özel oturum yaptı ve bundan Filistin’deki vaziyeti inceleyip rapor etmek üzere bir Birleşmiş Milletler Özel Filistin Komitesi (United Nations Special Committee on Palestine – UNSCOP) kurulması kararı çıktı.
Bu konuda birbirine zıt iki rapor düzenlendi. Biri Filistin’in taksim edilmesi ve iki ayrı devlet kurulması yönündeydi.
Diğeri (İran, Yugoslavya ve Hindistan temsilcileri tarafından hazırlanan), Arap egemenliğinde tekil bir devlet sayılabilecek “Federal devlet” inşasını öneriyordu.
Esas komite, 25’e karşı 13 oyla raporu kabul etti. Bu sayının taksim için yeterli olmadığını gören Siyonistler, Avrupa Devletleri ve ABD yönetimleri nezdinde sıkı bir lobi faaliyeti yürütmeye başladılar.
Karara karşı oy kullanacaklarını açıklayan Haiti, Yunanistan ve Filipinler, ABD tarafından havuç-sopa siyaseti (daha çok gözdağı ve mali yardımlar) sonucu bu kararlarından vazgeçirildiler.
Dönemin ABD Başkanı Harry Truman’ın, ülkedeki seçimler sırasında Yahudi oylarına olan ihtiyacı yüzünden ve önceden Yahudi tezine ikna edilmiş baldızının kahvaltıda, “Enişte Truman” ile konuşması üzerine, “taksim kararı”nı desteklediği iddia edildi. 2
17 Kasım’da ABD ile Sovyetler Birliği’nin ortak etkisiyle, BM Genel Kurulu, taksim kararını kabul etti.
UNSCOP raporu BM’ye sunulduğunda Britanya, Genel Meclis oylamasını beklemedi ve Eylül 1947’de Filistin mandasının 15 Mayıs 1948’de kaldırılacağını söyledi.
Tüm bu kargaşanın ortasında, 14 Mayıs’ta, son İngiliz yüksek komiseri General Alan Cunningham, Hayfa’dan sessizce ayrıldı.
Onun ayrılmasından birkaç saat sonra ise Ben-Gorion’un istiklalini ilan ettiği İsrail devleti, Birleşik Devletler ile Sovyetler birliği tarafından hemen tanındı.
Siyonistler, Filistin için “Burası İsrail yurdudur” diyorlar. Oysa eski başbakan ve cumhurbaşkanı Şimon Peres, 1935’te temizlik işçisi sıfatıyla oraya gidebilmek için Filistin Hükümeti Göçmen İşleri Bölümü tarafından kendisine verilen vizenin resmidir. Bu da gösteriyor ki, İsrail başından beri Yahudilerin toprağı değildi.
Son iki not daha eklemek durumdayım:
Bir: Bu Siyonist devlet, tabiatı gereği, Yahudi kutsal kitaplarında emredilen “yabancılara kötü muamele yapma” yolundaki ilahi buyruğa uymadı. Balfour Bildirgesi’nde belirtilen “Yahudi devleti, Filistin ahalisinin çıkarlarını zarar vermemek şartıyla kurulabilir” kuralına da aldırmadı.
Siyonist ırkçı hahamlar, kutsal kitapları, kendilerince tefsirlerine ederek Filistinlilerin imhası için fetva vermeyi sürdürüyorlar. İsrail başbakanlarından Ben Gorion, Golda Meir, Menahim Begin, İzak Şamir, Ariel Şaron ve Binyamin Netanyahu, Filistinlilere yönelik kitlesel kırım ve tehcir politikaları izlediler.
İki: Aynı İngiltere, 1880’lerin ikinci yarısından 1990’lı yılların başına kadar jeopolitik çıkarları açısından olası bir “Kürt devleti”ne karşı çıkmıştı.
Amerikan yönetimleri ise, Sovyetler Birliği ile hegemonya rekabeti çerçevesinde İran ve Türkiye’nin müttefiki sıfatıyla Kürtlere siyasi bir statü (özerklik, federasyon veya bağımsız bir devlet) verilmesine itiraz etmişti.”
Kaynakça:
David Tal, War in Palestine, 1948: Israeli and Arab Strategy and Diplomacy.
Michael Cohen, Palestine: Retreat from the Mandate, the Making of British Policy, 1936-45, Londra 1978.
Ian Black and Benny Morris, Israel’s Secret Wars: A History of Israel’s Intelligence Services, New York 1991.
Avi Shlaim, “Israel between East and West, 1948-56”, International Journal of Middle East Studies, Vol. 36.
- Ayşe Tekdal Fildiş’in bu makalesi için bakınız; Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, cilt 14, Haziran 2012.
- Filistin’in taksim edilmesinin BM’de kabulü için Truman’ın oynadığı rol hakkında bakınız; Henry Cattan, Palestine and International Law, 2inci baskı, Longman, Londra 1976.