Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye geldiği 15 Şubat öncesi ve sonrası yaşananların özeti

Abdullah Öcalan'ın Türkiye'ye geldiği 15 Şubat öncesi ve sonrası yaşananların özeti Kenya, Şam, Yunanistan, rusya, Yalçın Küçük, Doğu Perinçek, Kürdistan, Saddam, ortadoğu, 21.yüzyıl Şahin Cilo Mazlum Abdi, Kani Yılmaz,

Abdullah Öcalan’ın 15 Şubat 1999 tarihinde Türkiye’ye gelişinin üzerinden 23 yıl geçti.  Öcalan’ın Türkiye gelişi öncesi ve sonrası yaşananların büyük bölümü hala aydınlatılmış değil.

15 Şubat öncesi ve sonrası yaşanan olaylar Öcalan ve PKK’nin söylemlerindeki gibi Öcalan’ın zalimlerce yok edilmeye karşı büyük direnişi olarak gösterilir. Türk devleti ise Öcalan’ın başarı ile yakalanma operasyonu olarak gösterilir. Oysaki ortada ne Öcalan’ın kahramanca direnişi ne de Türk ordusunun devasa gücü vardır. Olaylar 1996-1998 yılları arasındaki Öcalan-Türkiye görüşmeleri ile bağlantılıdır.

15 Şubat komplosunun tek bir anlamı vardır o da şudur: Türkiye devleti içindeki derin güçler Abdullah Öcalan’a yeni bir misyon belirlemiş ve görev vermiştirler. Abdullah Öcalan ve devlet arasında yeni bir anlaşma yapılmıştır.

Abdullah Öcalan 12 Eylül 1980 cuntası yapılmadan önce 1979 yılında Suruç Kobani arasındaki sınırdan kaçak olarak Suriye’ye geçmiştir. Öcalan Suriye’ye geçişini “büyük bir öngörü ve zekanın sonucu” olarak değerlendirse bile Öcalan’ın Türk devleti içindeki derin bir el tarafından Suriye’ye gönderildiğini düşünen büyük bir kesim vardır.  Türkiye cumhuriyeti demokrasi insan hakları vb. konularda kötü bir yönetim olsa bile devlet geleneği olan ve buna uygun devlet aklı olan bir yapıdır. Kürt sorunun kendisi için ciddi bir sorun olduğunu ve olacağını görür. Türkiye’nin 1960’lardan itibaren özel bir Kürt ajandası vardır. Abdullah Öcalan’ın bu derin akıl tarafından Suriye’ye gönderildiği tüm bilgeler bir araya getirildiğinde net olarak görülmektedir.

Öcalan 1979 yılından 1999 yılında değin 19 yıl boyunca PKK’yi Suriye-Şam hattından sevk ve idare etmiştir.  Öcalan Şam’da ki varlığını gizlememiştir. Beyrut, Beka, Şam, Halep, Lazkiye hattında özgür bir biçimde sadece bir şoför ile gezebilmektedir. Türkiye ve dünyanın her yerinden insanlar, ziyaretine gelmektedir. Öcalan 1980 yılında Şam’da yerleştiği ilk ev olan 10. Kattaki bir apartman dairesinde Türkiye’nin Suriye’de ki askeri ataşesi ile aynı binada yaşamıştır. Öcalan 1992 yılından sonra ise Şam’ın dışında ki havuzlu iki katlı bir villada kalır. Eski PKK’lilerin tümü Öcalan’ın 8 yıl yaşadığı bu evde hiçbir özel nöbetçinin olmadığını, evin özel bir koruma sistemi olmadığını belirtiler. Yani Öcalan Türkiye’den bir saldırı beklememektedir.

Öcalan’a karşı yapılan tek suikast 1996 yılı 6 Mayıs tarihinde Şam’da PKK eğitim okulunun yanındaki bomba yüklü bir aracın patlatılmasıdır. 2009 yılında Türk devletinin derin adamı Yalçın Küçük Abdullah Öcalan’ı bu suikast konusunda uyardığını söyledi. Yalçın Küçük, bu uyarıyı dönemin başbakanından aldığı talimatla Öcalan’la ilettiğini de açıklar. Yani devletin bir kanadı Öcalan’ın öldürülmesine karşı çıkmıştır. Ergenekon mahkemelerinde de Öcalan’ın devlet içindeki bir kanat tarafından nasıl korunduğuna dair pek çok bilgi geçmektedir. Fakat Öcalan’ın Şam’dan çıkması gereken günler yakınlaşmıştır.

Peki, ne oldu da Türkiye aniden Öcalan’ın Suriye’den çıkmasını istedi.

1997-98 yıllarında Türkiye’yi yöneten derin güçler Kürt meselesinde strateji değişimine gider. Çünkü dünya sistemi değişiyordu. Kürtler bu değişen dünya sisteminde önemli bir yere sahip olacaktı. Saddam’ın Kuveyt saldırısı Kürtlerin yeni dönemini başlatır.  Güney Kürdistan siyasal sürecin merkezine oturmuştur.1991 Temmuz’undan itibaren Güney Kürdistan bölgesinin 36 paralel olarak uçuşa yasak bölge ilan edilmişti.  Kürdistan Bölgesi içinde İngiliz, ABD, Fransız güçlerinin olduğu Çekiç Güç tarafından korunuyordu. Türkiye Çekiç Gücü kendine karşı bir girişim hatta bir ihanet olarak görüyordu. Türkiye bölgedeki Kürt kıpırdanışından rahatsızdı.

Güney Kürdistan’daki raperin süreci Kürdistan haritasını dünyanın gündemine koymuştu. Saddam BM’nin kimyasal silah denetçilerini kovmuştu. ABD Saddam’ı devirmek için kendisi direk devreye girecekti. 24 Kasım 1997 yılında Güney Kürdistan’da ki siyasi güçler arasında ateşkes yapıldı. ABD Kürtlerin birleşmesi için özel bir çaba gösterdi. Türkiye Kürtlerin bölgeyi sarsacak güce kavuşacağını görüyordu. Güney Kürdistan’da ki gelişmeler Kürt milliyetçiliğini güçlendirdiği gibi Kürtlerin ilgi noktası oluyordu.  Türkiye bu duruma bir dur demeliydi. Bunun için “kendi Kürtlerini”  yaratmalı ve devreye koymalıydı. Bunun için diye biliriz ki 15 Şubatta bir komplo vardır o da Güney Kürdistan’da yeşerme ihtimali olan Kürdistan’ı boğmak için yapılan bir komplodur. Radikal ve milliyetçi Kürt kanada karşı Türkiyeci kanat devreye konacak ve öne çıkarılacaktı. Şam’daki uyuyan adam uyandırılacak, yeni bir konsept devreye konacaktı.

ABD Washington’da Kürtler arasında birlik sağlamaya çalışırken Türkiye de kendi Kürt kartını hazırlamak için plan değiştirdi. Uluslararası güçlerin Kürdistan planına karış Türkiye’nin “Türkiye Kürtleri” planı böylelikle start aldı. İlk adım; daha önce Yalçın Küçük ve Doğu Perinçek gibi isimler aracılığı ile yürüyen görüşmeleri artık Türk ordusu direk yürütüyordu.

Görüşme trafiği başlar. İlk görüşmeler 1997 yılında Baku-Ceyhan Petrol hattının güvenliği için PKK ve Türk devleti arasında Londra’da yapılır. Görüşmeye Kani Yılmaz ve başka PKK’li diplomatlar katılır.
1997 yılındaki diğer görüşmelerin adresi ise Hollanda’dır. Görüşmelere Türk devleti adına Genelkurmay’da görevli bir albay katılır. PKK adına ise Kani Yılmaz ve Mazlum Abdi olarak da bilenen Şahin Cilo’da görüşmelerde yer alır. Bu görüşmelerde çok büyük sırlar gizlidir. Bu giz PKK’yi cinayet işlemeye kadar götürdü. PKK bu sırların açığa çıkmasından korktuğu içi 2004 yılında PKK’den ayrılan ve Öcalan’ı eleştiren Kani Yılmaz öldürülür.

Avrupa’da görüşmeler devam ederken Türkiye’de ise başka bir görüntü çizilmektedir.

Ağustos ayında yapın MGK toplantısında devletin görünen yüzü yeni bir sürecin startını verir. İlk start Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlun’dan gelir. Kıvrıkoğlu Ağustos ayında “artık Öcalan Şam’dan çıkmalı” der.

Abdullah Öcalan 28 Ağustos günü MedTV’ye katılarak 1 Eylül’den itibaren ateşkes ilan eder. Programa yaklaşık 20 Türk gazeteci katılmıştır. Programı da yine Türkiye’nin tanınmış gazetecisi Tayfun Talipoğlu sunar. Bu gazetecilerin tümü Türk genelkurmayı tarafından gönderildiklerini daha sonra açıklamışlardır.

Hemen ardından 15 Eylül 1998 günü Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş, Suriye sınırındaki Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde Suriye’ye meydan okuyup “sabrımızı taşırmayın” diyerek Suriye’yi uyarır. İkinci “sabrımızı taşırmayın” uyarısını 1 Ekim 1998’de Türkiye Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel yapar.  İlginç olan hiçbir Türk yetkili Suriye’ye Abdullah Öcalan’ı “bize teslim edin” demez. Uluslararası kanunlara göre Türkiye Abdullah Öcalan’ın iadesini istemelidir. Oysaki Türkiye sadece “Öcalan’ın Suriye’den çıkarılmasını” ister. Türkiye Öcalan’ın direk kendisine verilmesini istemez. Öcalan başka yerlere gitmelidir. Öcalan nereye gidecektir?

Türkiye ve PKK arasında bu dönem yaşanan ilişkiler tam bir danışıklı dövüş ilişkisidir. Bilinen bir sona doğru yola çıkılır.

9 Ekim günü Şam’dan havalanan bir uçakta Abdullah Sarıkurt sahte pasaportu ile Öcalan’da vardır. Uçak Atina’nın Helikon hava alınan iner. Öcalan’ın 130 günlük ülkeler uçakla arası geliş gidişi böylelikle başlamış olur.  Son uçak Kenya’dan İstanbul’a gelen uçaktır. Sonun böyle olacağı baştan bellidir. Öcalan’ın Suriye’den çıktıktan süreç ülkeler arası trafik, olaylar, kişiler vb. ayrıntılar ile boğdurularak bazı gerçeklerin üstü örtülmektedir.

Öcalan yakalandıktan sonra nerdeyse Türkiye dışında herkesi suçlamaktadır. Öcalan’a göre; ABD, İsrail, Rusya, İngiltere, Yunanistan ve tüm dünya sistemi kendisine karşı bir komplo yapmıştır, onu öldürtmeye, PKK’yi bitirmeye çalışmışlardır. Oysaki gerçekte PKK’yi bitirmek isteyen her hangi bir güç yoktur. PKK’de bitirilmeyecek bir güç değildir, zaten. Eğer ABD ve küresel güçler eğer isterse Öcalan’ı Şam’da iken de vura bilirdi. Kasım Süleymani’yi Bağdat’ta vurabilen bir güç neden Öcalan’ı vuramasın ki? Elbette kimse ölmesini gerekli görmedi.

Öcalan’ın ölmesinin Türk ve Kürtler arasında sonu gelmez bir savaşa yol açacağı da doğru değil. Öcalan ölmedi, idam edilmedi fakat Türk devletinin Kürtlere karşı savaşı devam etti. Hala Afrin’de Serekaniye’de bir Kürt soykırımı yaşanıyor. Öcalan “Büyük Kürt ve Türk savaşını engellemek için yaşamam gerekiyordu” diyerek tutuklanma anı ve sonrasındaki tüm fevri davranışlarının izahını yapmaktadır. Öcalan’ın bu fevri davranışlarını incelenmeye değerdir.

Öcalan neden Şam’dan çıkınca Kürdistan’a gitmedi. Öcalan’ın normal koşullarda gitmesi gereken ilk yer Kürdistan’dı. Kendisi binlerce Kürt gencini gidip özgürleşin, ülkeyi özgürleştirin diye gönderdiği dağlara gelmeyi tercih etmedi. Oysaki birçok örgüt lideri yıllarca dağlarda kalmayı başarmıştı. Üstelik Güney Kürdistan’ın o zaman ki yönetimi KDP ve YNK’den de kendisine gelirsen seni korumak için elimizden geleni yaparız mesajı almıştı. İran onu Tahran’da tutmaya çalışmasına da sıcak bakmadı.

Rusya oturum verdiği halde kalmadı, İtalya Türkiye’ye teslim etmeyeceğiz dediği halde kalmadı. Bana saygısız yaklaştılar vb basit tutumlarla kendine kalacak yer bırakmadı. Öcalan yanındaki Rozerin (Ayfer Kaya)’ya yakalanmadan on gün önce der ki “sanırım artık eve dönme zamanı geldi”. Öcalan Kürdistan dağlarına gitmeyi riskli bulur ama ülke ülke gezmeyi riskli bulmaz.

Öcalan’ın tutuklandığı zaman ki tavrı ve sonrasında yaptıkları onun Türkiye’ye gidişi üzerindeki sis perdesini aydınlatmamıza yardımcı olur. Öcalan ve PKK büyük bir direniş ve mücadeleden bahseder. Oysa ki Öcalan’ın Türkiye mahkemelerindeki tutumu ile Zeki kod adlı Şemdin Sakık arasında bir fark yoktur. Şemdin Sakık 1997 yılında PKK’den ayrılıp Türkiye’ye giden ve mahkemelerde gizli tanıklık yapan, itiraflarda bulunan biridir. Hatta Öcalan’ın tutumu daha büyük bir tahribata yol açmıştır.

Öcalan daha uçaktayken basit bir itirafçı gibi davranarak “benim annem Türk, bir hizmet gerekirse” yaparım demiştir. Öcalan 18-19 yaşındaki gençlerin bile tutuklanınca gösterdiği tutumu gösterememiştir.

Sorun bunların hiç biri de değil. Sorun Öcalan’ın Kürtlere karşı aldığı roldür. Öcalan 12 Kasım günü Rusya’dan İtalya’ya giderken Özgür Politika gazetesine bir röportaj verirken şunu söyler: Ankara’dan çıktık partileştik, ülkeden çıktık ordulaştık, Ortadoğu’dan çıktık devletleşeceğiz ( “Ülkede partileştik, Ortadoğu’da ordulaştık, Avrupa’ya çıktık devletleşeceğiz) . 3 ay sonra ise Öcalan daha henüz uçaktayken şunu söyleyecekti: “Türkiye’yi seviyorum, Türk halkını da seviyorum, Kürt halkını da seviyorum. İmkân verilirse hizmet edeceğimi biliyorum.”

Avrupa’ya çıktık devletleşceğiz diyen bir gün içinde tüm düşünce yapısını değiştirmiş ve kurulacak bir Kürt devletinin ikinci İsrail olacağını, Ortadoğu’yu kana boğacağını söylemiştir. Kürt devletine karşı olan Türkiye ile Kürt devletine karşı olan Öcalan aynı çizgide yürümüşlerdir ve yürümeye de hala devam etmektedir.

Öcalan’ın 15 Şubat 1999 tarihinden sonra uçaktan indikten sonraki tutumu her yönü ile Türkiye’nin 21’inci yüzyıldaki bölgesel çıkarları ve Kürdistan üzerindeki çıkarları ile örtüşmektedir. Bu nedenle şu anda İmralı’da yaşanan bir esaret ve bir tecrit durumu değildir. İmralı’ da ki durum Öcalan’ın Türkiye’nin Ortadoğu ve Kürdistan’daki stratejine göre hareket etmesidir.

Diğer Haberler